
KÜFRETMEK İYİ DE NASIL?
Bir aşağılama silahı olarak küfür egemenin belirtilerinden biridir. Askerde komutana küfredilemez ama komutan küfredebilir. Tahkir ve tezyif komutana yöneltilemez, yöneltilirse ağır suçtur, ama komutanın madunlarına ettiği küfür ise çoğu vakit yargılama konusu edilmemiştir bile.
Bizde Türklüğü aşağılamak suçtur da diğerlerini aşağılamak serbesttir. Çünkü ‘Kürt çalıp çingene oynar’dır uzunca bir zamandır, Kızılbaşlar da mum söndü oynamakta ve bir de hâşâ Rum ve Ermeni gibi doğuştan küfür olanlar vardır tabii.
Daha da trajik ve hatta daha doğrusu türümüzün yarısının adı karı gibi ve kız gibi olmayanlar, gibisiz kadın ve kız olanların bütün organları eril iktidarın ve tahakkümün organlarınca aşağılanmış ve edilginleştirilmiştir. Kültürümüzde pasif olanın yeri yoktur ve pasif seçkin küfürlerimizden biridir.
 |
Binlerce yıldır insan yaratıcısı ve doğurucu kadının |
doğurma organlarının başına gelmeyen kalmamıştır. |
Edep dışı olanın küfür sayılması edebi belirleyen gücün tercihlerine bağlı olmuştur. Fallik kültürde kadın cinsel organı küfüre dönüşürken, egemen kültürün ve dinin aşağıladıkları da bir hakaret terimine dönüşmekten kurtulamamıştır.
İktidardaki hakikatin karşısında olanlar gerçeğin inkarcısı ve örtücüsü anlamında kâfir sayılmışlardır. Bu sözcük bizim dilimizde gavura dönüşmüş ve aşağılanan ötekini adlandırılmıştır. Örneğin Zerdüşt Zend yanlıları zendaka ve zındık olmuşlardır.
Adlarını bir küfre dönüştürmeyi kendi eylemleriyle başarabilmiş Yezid Bin Muaviye’yi (646-683), Lübnan dağlarında Osmanlılara kök söktüren Dürzüleri ve bitin yavrusu yavşağı da bu minvalde zikretmek mümkündür. Hor görülen meslek erbapları da kolaylıkla bir küfür sayılmışlardır ezelden beri. Genelevin çıkışında kolonya tutan lavuğun ve para karşılığı cinsel ilişkiye giren aslında Farsça yüzü temiz anlamına gelen orospunun ve çocuklarının başına gelenler malumunuzdur.
Sasani devri İran krallarından Kavad’ın (488-531) adının Gavat’a dönüşmesi de iktidarı onaylamayanların küfre dönüştürülmesinin güzel bir örneğidir. Sasani İmparatorluğunun egemen dini Zerdüştlüğe ve daha doğrusu köleci ve mülkiyetçi Sasani düzenine karşı malların ortak kullanımı ve serbest cinselliği savunan hâşâ komünist fikirli Mazdek hareketine kısa süreli sempatisinden ve Mazdek isyanını bastıramamış olması nedeniyle zavallı I. Kavad bizim gavata indirgenmiştir. Öykü daha uzun ama şimdilik yerimiz dar.
Muhatabın aşağı görülenle ve aşağı görülenin adıyla küfredilmesi yukarıdakileri meşrulaştırmaktan öteye gitmemektedir. Dolayısıyla karşımızdakilere ettiğimiz her koymalı ve gömmeli küfür sıkıntılarını çektiğimiz eril görünümlü iktidara destek çıkmaktır.
Yine de sağ olun, sizin anlayacağınız, neyse daha fazla bir şey demeyeceğim ne de olsa hepimiz insanız diyerek de güzel küfür şekilleri var aslında! He valla ettim bile.
|

AH O OKULUM
Her kentin ünlü okulları vardır. İstanbul’un Galatasaray Lisesi, Kastamonu’nun Abdurrrahman Paşa Lisesi gibi… Sinop’un böyle ünlü bir lisesi yoktu. Yoktu, çünkü Sinop’ta ortaokulu da içinde barındıran tek bir lise vardı. Sinop Lisesi.
Bu okulla ilk tanışmam öğrencisi olmadan öncedir. Amcamın oğlu da doğal olarak ortaokulu bu okulda okumaya çalışmıştı. Çalışmıştı diyorum, çünkü bitiremedi. Neyse.
İlk kez bu okulun bahçesine Fecüze Şükrü ile girdim. Türkçe dersinde “vecize” yerine “fecüze” dediği için bu sözcük ona lakap olmuştu. Bir bütünleme sınavı günüydü. Sınavdan önce arkadaşlarıyla arkadaki odunluğun duvarının gerisinde sara içmişler, var olan kurşun kalemlerini kırarak olmayanlarla bölüşmüşlerdi.
 |
Her okulun en önemli dönemi, anlatanın o okulda okuduğu dönemdir. |
Benim için Sinop Lisesi’nin en önemli dönemi, 1963 – 1964 öğretim yılları ile 1965 – 1966 öğretim yılları arasında kalan dönemdir. Çünkü ben, bu dönemlerde okudum Sinop Lisesinde.
Sinop Lisesi, tarihsel değer taşıyan, yüksek tavanlı kalın taşlardan yapılmış şimdi Öğretmenevi olarak kullanılan binadaydı. Bahçesinde Mustafa Kemal’in karatahta başında yeni Türk Harflerini ilk kez öğretirken çekilen, o çok bilinen fotoğrafta da görülen zeytin ağaçları bulunan okulda kimler yoktu ki o yıllarda. |
Öncelikle gerçekten adı Sinop’la özdeşleşmiş öğretmenler… Beden Eğitimci Nazmi Kurt, Sarı Tarihçi ve eşi Levent Hanım, Türkçeci İsmet Gümüş, Binbaşılıktan matematik öğretmenliğine geçmiş (birinci sınıf ilk yazılıda kopya çekmeden soruları çözdüğüme, beni tahtaya kaldırıp sorduğu tüm soruları çözmeme karşın inandıramadığım) Hilmi Özkıran, Rahmi Önkibar, Nazik Hanım gibi çoğunu sevgi ve saygıyla andığımız, bazıları ise nefretle bile olsa anılmayı hak etmeyen öğretmenlerimiz…
O yıllarda Sinop Lisesinde okumuş olup da Nazmi Kurt’un sopasını yemeyen var mıdır? Sanmıyorum. Suçlu ya da suçsuz iki santimetre kalınlığında yaklaşık kırk santimetre boyundaki sopası, genellikle de sıra sopası olarak avuçlarımızda patlardı.
Unutamadıklarımdan biri de şudur. Ders zili çalmış olmasına karşın birkaç arkadaşımız sıraya girmemişlerdi. Nazmi Kurt köşede göründüğünde koşarak yerlerini aldılar. Öğretmenimiz geldi. İlk komutu öndeki sıranın üç adım öne çıkması oldu. İkinci komutu ise avuçlarınızı açın! Sopa sıradan avuçlarımızda patlamaya başlamıştı. Şimdi adını anımsayamadığımız babası polis komiseri olan bir arkadaşımız acıdan sesler çıkardığında Nazmi Kurt:
- Nasılmış? Baban her gece bunu karakola düşenlere fazlasıyla uyguluyor, olmuştu.
Arkadaşlarımın çoğunun adını anımsayamıyorum bugün ama hiç unutmadıklarım da var. Bunların başında Taşkın gelir. Taşkın, Sinop’ta baba mesleğini olan kurukahveciliği sürdürmekte… Gittiğimde, ayaküstü de olsa yanına mutlak uğradığım tek arkadaşımdır.
Eğer sizlerde yeni kavrulmuş ve değirmenden yeni çıkmış mis kokulu kahve alacaksanız, biri tersaneden
Kaleyazısı yönüne çıkarken sağda, diğeri ünlü hapishanenin kapısının karşısında olan ve tabelasında Gümüş Kurukahvecisi yazan küçük dükkânlardan birinde onu bulabilir, benden de selam söyleyerek kahvenin en iyisini alabilirsiniz.
O yılların ünlü güldürü ustası Dümbüllü İsmail’den esinlenerek Dümbül Hüseyin diye adlandırdığımız okul futbol takımındaki Hüseyin ve yine okul futbol takımından Orhan’la sıra arkadaşım, bu yazı yazıldığında Sinop Belediye Başkanı olan Baki Ergül anımsayabildiklerimden. Bir de kadim dostum mahalle arkadaşım Sami Türkmen var. Sami’yi okuldan önce de tanıdığım için bu bölümlendirmede saymayabilirdim.
Sarı Tarihçi’nin adının Salih ( Ercan ) olduğunu yıllarca sonra öğrendim. Sarı Tarihçi adının, eşi Levent Hanım’ın ördüğü sarı kazaktan geldiğini de. O, bizim için derste esnememize kızan, beylik sözleri olan ama hiç şiddet uygulamayan, biraz ürktüğümüz, kırmızı yüzlü, kızıla çalan seyrek saçları bulunan, gizliden yakınlık duyduğumuz biriydi. Sorduğu soruları bilemediğimizde, “Koymalı çuvala, vurmalı duvara; yazık olur bizim çuvala”; tarih dersini masal anlatır gibi anlatırken esnediğimizde “artezyen kuyusu gibi ağzını açma” türünden beylik sözleri vardı. Doğaldır ki onu ünlü yapan yalnızca okuldaki tavırları değildi. O, sonradan geldiği bu şehri içselleştirmiş, neredeyse tüm halkını tanımış, onlardan biri olmuştu. 2000'li yıllarda Rusya’dan gelen tomrukların bulunduğu iskelede, o yıllarda bizim ormanlarımızın tomrukları olurdu, gemilere yüklenmeyi bekleyen. İşte o tomrukların üzerine oturmuş, bir yandan oltasını denize bırakmış, diğer yanında içki şişesi olan Sarı Tarihçi’yi görebilirdiniz gece yarılarında.
Bu heybetli görünümlü koca adam artık yok. Artık herkesin birbirini tanıdığı, selamlaştığı o eski Sinop da yok. Gidenler yalnızca kendilerini götürmüyorlar. Bir dönemin dostluğu ve merhabayı öne çıkaran yaşam biçimini de götürüyorlar birlikte.
Levent Hanımın benim anılarımda çok özel bir yeri vardır. Okuldan ayrıldıktan kırk bir yıl sonra sesini duyduğum, her şeyiyle öğretmen olan bu kadına borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Galiba en iyisi onunla olan anımı yazmak.
Levent hanım, 1965 – 1966 ders yılında, ortaokul son sınıftayken matematik öğretmenimizdi. Öğrencilerin büyük çoğunluğu için kâbus olan bu derste oldum olası iyiydim. Matematiğimin iyi olmasına karşın, matematik dersini Levent Hanım dersimize girene dek pek de sevdiğimi söyleyemem. Yalnız o yıl matematik dersini bana o mu sevdirmişti, yoksa onu sevdiğimden mi matematiği sever olmuştum bilmiyorum.
Şimdilerde öğretmenevi olarak kullanıldığını yazdığım binanın zemin katında, merdivenlerin solundaki dershane bizim sınıfımızdı. Arkada olmasının avantajlarını kullanırdık. Bunların arasında; hemen yakınızda, merdiven altında bulunan depodan odun çalıp, diğer sınıfların sobasının yanmadığı öğleden sonralarının soğuklarında sobayı harlatmak; zil çalıp içeri girdikten sonra, öğretmen girmek üzereyken karar değiştirip zeytinliklere kaçmak için alçak pencereleri çıkış olarak kullanmak sayabildiklerim.
İşte bu sınıftayız. Üst üste iki saat olan matematik dersinden yazılı olmaktayız. Birinci saatin sonundaki dinlenmede nöbetçi öğrenci geliyor ve Levent Hanım’a “Ayhan Altay’ı okul müdürü çağırıyor” diyor. Bir anda hoplayan yüreğim gibi sıçrıyorum sıramdan. Levent Hanım, o dingin sesiyle: “Otur”, diyor. “Sınavını bitirdikten sonra gidersin.”
Soruları nasıl çözdüm, ne kadarını çözdüm bilmiyorum. İkinci saatin hemen başlarında kâğıdımı verip çıkıyorum.
Müdür odasında yok. Kapısında bir de kız öğrenci var bekleyen. Ben de beklemeye başlıyorum. –Daha sonra bekleyen kızın, Erkek sanat Enstitüsü Müdürünün kızı olduğunu öğreniyorum.-
Bana uzun gelen bir bekleyişten sonra Okul Müdürümüz geliyor. Bizi odasına alıyor ve:
-Kutlarım çocuklar. Okulumuzdan Fen Lisesi ilk basamak sınavlarını siz ikiniz kazandınız.
Diyor.
Eğer belleğim beni yanıltmıyorsa Sinop Lisesi’nden, o zamanlarda yalnızca Ankara’da bulunan ve her yıl ülke genelinden doksan altı öğrenci olan bu okulun ilk basamak sınavlarını kazanan ilk öğrenciler olduğumuzu da söylemişti.’
Okul Müdürümüz bizleri yanına alıp, öğretmenler odasına götürüyor. Ben, kış günleri bile okula gelip giderken görülmesin diye koluma astığım dirsekleri yamalı ceketimi saklamak için biraz köşeye çekiliyorum.
Öğretmenlerimiz, birer birer gelip kutluyorlar. Bazıları el sıkıyor, bazıları öpüyor yanaklarımızdan.
Kısa bir süre sonra tüm arkadaşlar yazılı kâğıtlarını vermiş olmalı ki, daha dinlenme zili çalmadan Levent Hanım geliyor. Duyduklarından sonra özellikle bana sarılışındaki hazzımı unutamam.
Zil çalıyor. Diğer öğretmenler de birer ikişer geliyor, kutluyorlar. Ben bir an önce dirsekleri yamalı ceketim nedeniyle kurtulmak için can atarken, içeriye Kimya öğretmenimiz Nazik Hanım giriyor. Ona yapılan bilgilendirmeden sonra önce kız arkadaşı kutluyor, sonra…
Beni gördüğü anda yüzünün şekli değişiyor. Bir dersinde güldüğüm için sürekli dersi ayakta izleme cezası verdiği, benim yanıt olarak sınıftan çıktığım. Derslerine girmediğimde yok yazmadığı, yalnızca sınavlarda sınıfta bulunduğum aklından geçmiş olmalı ki, tiz bir sesle söyleniyor.
- Olamaz, inanamam. Ben bu öğrenciyi sınıfıma bile almazken nasıl kazanır Fen Lisesini…
İşte yaşamın koptuğu an. Tam da yer yarılsa da içine girsem diye düşündüğüm anda bir başka ses, o her zaman dingin ve sevecen olan ses patlıyor.
- Sen ne anlarsın zaten! Sen kimin cevher olduğunu ne bilirsin!
Gürleyen bu ses Levent öğretmenimin sesi…
Hızla öğretmenler odasından çıkan Nazik Hanım’ın yerinde olmak istemezdim doğrusu.
Okul yönetimince konulmuş bir kural var mıydı bilmiyorum ama okul binasının ada yönündeki (doğu) bahçesini yalnızca erkek öğrenciler kullanırdı. Kent merkezi yönündeki (batı) bahçesi ise birlikte kullanılırdı. Burada alçak bahçe duvarı ve üzerinde doğu bahçesinde olmayan demir parmaklık vardı. Bu parmaklıkların dışında, kaldırımda her zaman “Çekirdekçi İsmail Abi”mizin dört bisiklet tekerleğinin üzerine yapılmış, camekânlı arabası dururdu. Kuru yemişlerin yanında simit, ayçöreği ve özellikle çok sevdiğim poğaçalar bulunurdu.
1899’da Mekteb-i İdadi olarak yapılmış bu yapının mimari güzelliğinin de ötesinde bir değeri vardır. Mustafa Kemal’in harf devrimini belki de başlattığı, bahçesinde kara tahta başında yeni harfleri öğrettiği yer bu yapıdır. 15 Eylül 1928 yılında arabacı Bekir Ağa’ya yeni harfleri öğrettiği yerdir.1972 yılına kadar Lise olarak görev yapan yapıda ne anılar ne aşklar, ne dostluklar saklanmaktadır.
Bugün yaz sıcağından koruyan ağaçlarının altında oturan orta yaş üzeri insanları buraya çeken; biraz da altında oturdukları bu ağaçların dallarındaki yellerin anlattıkları ilk gençlik anılarıdır.
|
|

YAŞAMAKSA
Benimle gel
İnelim suyun kıyısına
Erik ağacının yanına
Üveyik taşırken yuvasını
Sen şarkını söyle
Sesini duyur zamana
Yaşamın içindeki ırmak gibi
Zamanı güneş taşısın
Rüzgârı yapraklar
Nasıl salmışsa suya saçlarını salkım söğüt
Kuşlar nedensiz uçuyorsa
Durup bakıyorsak gölgelerin ardına
Yitip gitmeden yaşamın izi
Üstümüz başımız yaşamak koksun
|

MARİA SUPHİ ROMANI
Yazar Kenan Karabağ, tarihte,” Onbeşler’in Katli” olarak bilinen olayda yanlarında bulunan Mustafa Suphi’nin eşi Maria Suphi’ye ne olduğunu onun onurlu direnişini, başına gelen çok hazin, insanlık dışı, karanlıkta kalan hikâyenin romanını yazmış. Bu roman üzerine araştırmaları ve yazma süreci on yıl sürmüş. Defalarca Trabzon’a giderek hikâyeyi duyan gören kim varsa onları bulup görüşerek…
Sayısız kaynak kitapları okuyarak Marianın kapatıldığı evi uzun araştırmalar sonucu bulup ziyaret ederek… Onbeşler’i katleden kayıkçılar kahyası Yahya Kahya’nı izini sürerek… Gerçek mekanlarda gerçek, ülkelerde, yollarda, köylerde, gerçek karakterler ve olaylarla romanı kurgulamış.
Yazar, romanı yazma sürecini şöyle anlatıyor:
”… Eve defalarca gittim. Günlerce evin içini aradım. Zaman her şeyi yok etmişti. Aradan tam doksan yıl geçmişti ve ben hala ondan bir iz bulabilmenin umudu içindeydim. Erhan Ağabey ile oraya ilk giren olmanın ağırlığı içimden hiç silinmedi. Maria’nın izini bulmuştum. Bıraktığı feryatları da… Onbeşler’in Kars günlerini adım adım takip etmiştim. Erzurum’da yaşadıklarını… Maria’nın kapatıldığı eve ilk girdiğim andaki yaşadıklarımı hiçbir zaman unutamadım.”
Roman Rusya’da Bolşevik devrimi yıllarında Kreç kentinde başlıyor. Beyaz Ordu ile Kızıl Ordu’nun savaşı sürmektedir. Mustafa Suphi ile Maria, aşklarını yaşayarak geleneklere bağlı bir düğünle evleniyorlar. Mustafa Suphi ve yoldaşları Anadolu’da önce emperyalist işgali kaldırmak sonra devrim yapıp sosyalist bir düzen kurmak amacıyla yola çıkıyorlar. Bir sandık altını Anadolu’da işgalini kaldırmak için harcamak üzere getiriyorlar yol boyunca. Dostları Azerbaycan başkanı Sultan Galiyev, Müslüman halkları sosyalizmle buluşturmak istiyor. Uzun tren yolculuklarıyla nehirleri, dağları, köyleri, kentleri, kışın ağır koşullarında zorlukla aşarak zaman zaman Enternasyonal marşını söyleyip moral güç alarak sürdürüyorlar. Novorovski, Azak denizi, Bakü, Taşkent, Moskova yolculuklarında uğradıkları merkezler oluyor. Sonra Anadolu’ya geçiyorlar.
Enver Paşa’nın “Turan “ hayalleri, Sarıkamış’ta binlerce askerin soğuktan donarak ölmesi romanın trajik tarihsel olaylarından… Hazar Denizinin ortasındaki utanç adası denilen Nargin adasına evlerinden toplanıp esir edilerek getirilen insanların açlık ve susuzluk hallerini de işlemiş yazar.
Romanın karakterlerinden Mustafa Suphi ve arkadaşları tarihsel kişiler. Mustafa Suphi’nin çocukluğu, Kudüs’te Şam’da geçmiş. Arapça, Rusça, Fransızca, Türkçe konuşan Fransa’da okumuş, ittihatçı Turancı olmuş, sonraları bu fikirleri bırakmış bir aydın. ”Anadolu’nun tarihini yeniden yazacağız, kaderini değiştirecek
sosyalizmle buluşturacağız diyor. ” Maria eğitimli, ülkesinde Çara karşı Bolşeviklerle birlikte mücadele eden bir eylemci. Babası bu yolda öldürülmüş. Annesi kızını Anadolu’ya gönderirken heyecanını anlıyor ama çok kaygılı.
Çetin kış koşullarında bir durakları da Kars’ın Malakan köyü oluyor. Önceleri Rusya’dan sürülen bu köyün halkı savaşmayı reddeden, üretime yönelen bir topluluk. Mustafa Suphi ve yoldaşlarına iyi davranıyorlar. Oradan Erzurum’a gidiyor grup. Kazım Karabekir’in bilgisiyle Erzurum’da kışkırtılmış halkla başlayan linç girişimleri onları perişan ederken bu insanlık dışı saldırılar Bayburt ve Trabzon’da sürüyor.
Trabzon’da Onbeşler’in Yahya Kahya’nın emriyle işkenceyle öldürülmeleri Karadeniz’e atılmaları, Bakü’ye gönderdik yalanıyla kapatılmaya çalışılıyor. Yazar araştırmak için gittiği Trabzon’da bu olayı yaşıyormuş gibi olduğunu şöyle anlatıyor :
“İlk defa Değirmendere’de kesilmişti yolları; soluğu Nemlizade köprüsünde aldım. Yüreğim bir yangın yerine dönmüştü. O köprünün üstünde onların yaşadıklarını düşündüm.90 yıl öncenin bağrışları değdi kulağıma. ”Dinsizler, imansızlar… Allahsız komünistler… ”ürperdim. O gün bir tuhaf olmuştum. Kulaklarımda hala o bağrışlar çınlıyordu. Yahya Kâhya ve Nemlizade Ragıp’ın portreleri içimi karartıyordu.”
Bu katliamdan sonra Yahya Kâhya, öldürmeyip kendine esir yaparak ganimet anlayışıyla Maria Suphi’yi bir eve götürüyor. Ona biat etmeyen Maria’ya önce işkence edip sonra tecavüz etmesi aylar sürüyor. Zincirle yatağa bağlanan Maria’nın çığlıkları dışarıdan duyulsa da kimse kurtarma cesaretini gösteremiyor. Kitapta bir kadına yapılacak en yoğun işkenceyi şöyle anlatıyor yazar:
“Yan odada zincire vurulan Maria, aldığı darbelerle olduğu yere yığılıp kalmıştı. Bir kolundan yatağın demirine bağlamışlardı. Gözleri morarmış, dudaklarının altından bir kan boynundan aşağı inmişti. ”Onlar öldü, ben neden yaşıyorum ki? ” diye mırıldandı. Motorda yaşananlar bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. " Çömlekçi ’de bir evde yoldaşlarını öldüren katillerle bir aradaydı. Yahya Kâhya tarafından bedenine zorla tecavüz edilmişti. İçinde biriktirdiği kin ve nefret sürekli çoğalıyordu. Erkek şiddetinin her türlüsüne maruz kalmıştı.”
Daha sonra Nemlizade Ragıp ve Rizeli haydutların eline düşen kaçmayı bir türlü başaramayan Maria’nın yaşadığı işkencelere karşın onlara boyun eğmeyip direnmesi sonucunda kurşunlanarak katlediliyor. Yoldaşları gibi mezarı Karadeniz’in suları oluyor.
Yazar Kenan Karabağ, “MARİA SUPHİ Bir Direniş Öyküsü ” romanıyla karartılan az bilinen benim de merak ettiğim ama okuyunca fazlasıyla aydınlandığım bu olaylara ışık tutmak istemiş. Sabırla, dirençle heyecanla araştırmalarını sürdürerek akıcı etkili bir anlatım ve temiz bir Türkçe ile siyasi roman türünde unutulması zor başarılı bir eser yazmış.
|

HARİTA
Beklersen hiçbir şey gelmez dedi?
Ama dedim, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum ki. İçimde dönüp duran bir enerji var. Bir tarafa doğru fırlatmalıyım. Fakat nereye bilmiyorum. İçimdeki hareketi neye vermeliyim?
Durdu. Öylece gözlerime baktı. Söylemek istiyordu aslında ne yapmam gerektiğini. Onun için o kadar kolaydı ki anlamak. Bana bakarken olan ve olması gereken her şeyi görüyordu. Keşke dışarı çıkabilsem ve kendime onun olduğu yerden bakabilsem diye düşündüm.
Bana yolumu bulduracak haritayı tam da içime, göremeyeceğim kadar yakına koymak ne adice bir oyundu. Her zaman başka bir göze ihtiyaç halinde bırakmak insanı.
Dudakları aralandı. Bana yol gösterecek tek bir anahtar kelime bile harekete geçmem için yetebilirdi. Hep yaptığı gibi bilenin ben olduğumu söyledi sakince. Bilen bensem neden bilmiyordum?
Bu oyundan çok sıkıldım artık dedim. Pes etmiş bir sesle. Aynı cümleyi itiraz eden sesimle, asi sesimle, tehdit eden sesimle, bağırarak, ağlayarak, küskün… defalarca söylemiştim daha önce. Şimdi artık sadece söylüyordum. Sadece yapabileceği bir şey varsa yapsın istiyordum yapmayacağını bile bile, bir umut.
Yapmıyordu. Oyunun kuralıydı bu. İçine bambaşka bir şeylerin olması gerektiği duygusunu tohum gibi bırakmak ve sonra karşında öylece durmak.
|

KÜRESEL FELAKETİMİZ
Küresel iklim felaketi ile; Buzlar tarih olmasın.
Artık çatılardan yere kadar uzanan buz sarkıtları oluşmuyor. Kar yağsa da, yağan kar yârim metreyi geçmiyor da kısa surede |
|
eriyip gidiyor. Nerede o eskiden yağan kar yığınları...! |
Kar evin birinci katini kapattığından, pencereden dışarısını göremediğimiz zamanlar çok olurdu. Evin dış kapısı kar altında olduğundan, içeriden dışarı çıkmak hayli sorun olur, evden eve kazma kürekle tünel gibi yol açılırdı.
Sular donduğu için, kovadaki buz tutmuş suya yumruk atarak, maşrapa ile alınan buzla karışık su ile yüzümüzü yıkardık.
Evlerde, musluktan akan su şebekelerinin olmadığı yıllardı. Evden pınara kadar olan su yolu kardan kapandığı için, eritilmiş kar suyu ile hayvanlarımızı sulardık. Biz çocuklar, naylon gübre torbası üzerine oturur, kızak kayardık. Ev ile koy okulu arası uzun mesafeli yolda, fırtınaya yakalanarak boğulma tehlikesi atlatmışlığımız az değildi. Karda kıyamette, yalnızca bir dilim pekmezli ekmek için, öğlen teneffüsünde okuldan eve, belimize kadar yükselmiş karda güç bela gidip gelmek hiç zorumuza gitmezdi.
Yollar ne kadar karlı ve buzlu olsa da, elimizden tutup bizi okula götüren kimse olmaz, çantamızı da omzumuzda kendimiz taşırdık.
Palto, eldiven kimsede yoktu. Lastik çizmeleri olan biraz daha şanslıydı. Karlı yollardan geçip okuldan eve dönüşte, soğuktan morarmış ellerimizi, deneyimsizlikten evdeki ataşe yakın tutmuşsak, bu deney bize tırnaklarımız sökülürmüşçesine verdiği acıyı asla unutmaz, bir daha denemezdik.
Artık böyle karlı günler tarih oldu.
Yeni nesil o günleri göremeyecek.
Küresel iklim değişikliği ile mevsimler birbirine karıştı. Kış ortasında yaz sıcağı yaşanabiliyor. Yaz ortasında esen fırtına, çatıları uçurabiliyor.
Dünya ısınının üç derece daha artması, iklim felaketlerine sebep olacak diye, iklim aktivistleri dünya liderlerini göreve çağırıyor. Ama kar hırsı uğruna "geliyorum diyen felaketler" görmezden geliniyor. Sıcaklık ortalamasının günlük 48-50 derecenin altına düşmediği Avustralya’da, aylar suren orman yangınlarını, iklim felaketine yormayıp, “kundakçı kuşlar” diye suçlayanlar oldu.
Küresel iklim felaketleri nedeniyle dünya ile hepten yok olmazsak, kar görmemiş çocuklara, kar yağışlarını filmlerden izletilecek ve sırık gibi sarkan buzları fotoğraflardan gösteren masallar okutulacak.
|
DAVET
Geçmişe giden yolların
Kenarında çiçeklenmiş
Masmavi Çocukluğum
Aralarında anılarım pembe beyaz
Çoğunu unuttuğum
Annemin şarkı söyleyen sesi
Bazen de kaş çatışları
Saygı duyduğum
Sokağa giren babamın öksürüğü
Her işittiğimde
Suç işlemişçesine korktuğum
Şaşkın bir çocuğun gözlerinden anıların
Masmavi akşamların
Özleminde
Gülümseyen okul yıllarım
Ders kitapları arasında romanlar okuduğum
Gider ayak kollarımı açtım size
Koşuk gençlik yıllarım
Koş çocukluğum
Bu son buluşmamız olabilir
Hepinizi bekliyorum
|

ÇEYREK
Zeytin her zamanki gibi geldi karşıma oturdu. Ben kucağımı hazırlayacağım, o da zıplayıp kucağımdaki yerini alacak. Öyle de oldu. Yerini ayarlayıp kıvrıldı. Ağzını kocaman açıp uzunca bir esnedikten sonra, çenesini patilerinin üstüne bırakıp gözlerini kapattı. “Bizim de bir kedimiz var” dedi İbrahim gülümseyerek. “Masraflı” dedim. “Bizimki, biz ne yersek onu yer” dedi İbrahim’in babası gözleri Zeytin’de… “Ispanak dahil” diye ekledi. Gülüştük! Ben kadife tüylerini okşarken o kuyruğunu dalgalandırıp huzur dağıtıyordu çevresine. Elim sırtında “Nerdee!” diye mırıldandım.
İbrahim’i yirmi yıl kadar önceden tanıyorum. Dershaneden… Ben dershaneyi yönetirken o üniversiteye hazırlanıyordu. Beni oldukça yoran öğrencilerimizden birisiydi. Unutamadıklarımdandı!
Telefon edip, ziyaret etmek istediğinde bugünde anlaştık. Babası ile geldiler. Bahçede karşıladım onları. Ihlamur ağacının altındaki masamız hazırdı. Güzel bir yaz gününün ikindisi… Hepimizin yüzünde yirmi yıllık, özleme bulanmış sade bir gülümseme…
“Ev alıp mahallemizden taşınmışsınız” dedi İbrahim’in babası. “Öyle oldu” dedim.” Emeklilikte toprakla oynayalım dedik. İyi de oldu. Bahçe oyalıyor bizi.” “O zaman gelmek isterdik” dedi İbrahim. “Kısmet bu güneymiş.”
Tedirgin “işin gücün nasıl” diye sordum. “Çoluk çocuk? Ne de olsa uzun zaman geçti. Bir şeyler değişmiştir.” “İdare ediyoruz öğretmenim” dedi. “Babamla birlikte çalışıyoruz.” Başını öne eğip, biraz sustuktan sonra “iki kızım var öğretmenim, birisi yeni, ellerinden öperler.” “Ne güzel, sağlık diliyorum onlara, birlikte büyüsünler.”
Zeytin kucağımda kıpırdanıp, diktiği kulaklarıyla, ileride, su kabının başında Benek’i izledi bir süre. Benek su içen yabancıyı kontrolü altında tutuyordu. Yabancı suyunu içip bahçeden ayrıldığında, Benek mama kabına, Zeytin önceki durumuna yöneldi. Bahçede sorun yoktu!
Eşim, elinde çay tepsisiyle bahçeye çıktığında, İbrahim hemen kalkıp tepsiyi aldı. “Bizim dersimize girmedi ama dershanemizin öğretmeniydi” dedi tepsiyi masaya koyarken. Hatır sormalardan sonra, dershane günlerinin küçük anekdotları masayı şenlendirdi.
Çabucak geçiveren bir öğle sonrası, yıllar öncesini bu güne taşımıştı. Herkes o günlerin güzel anılarıyla sanki gençleşmişti. Uzun sohbetin sonunda konuşacak bir şey kalmamış olmalı ki masayı sessizlik bastı. Kim bilir neler dolaşıyordu kafalarda da dillendirilmiyordu. Sessizliği İbrahim’in babası bozdu ezik sesiyle. Dörde katlanmış bir zarfı masanın üzerine koyup, eliyle usulca bana doğru iterken “evinizde güle güle oturun hocam” dedi mahcup bir şekilde. “Çok önceden gelmeliydik.” İbrahim gülümseyerek babasının sözünü kesti. “Olsun. Geldik ya!”
Merakla zarfa uzandığımda zeytin kucağımdan kayar gibi indi. O gerinirken ben zarfı açtım. Bir çeyrek altın, yanında küçük bir not; “Sizi ailemizden sayıyoruz öğretmenim.” Şaşkınlığımı gizleyemedim. Pembeleşmiş yüzümle, çeyreği ve notu eşime uzattım. Bizde şaşkınlık, İbrahim’le babasında sakinlik, masada ağır bir sessizlik oluştu. Çeyrekle not eşimin elinde öylece duruyordu. Sessizliği bozmalıydım. “Biliyor musun?” dedim eşime “İbrahim’in yeni bir çocuğu olmuş.” Göz göze geldik. Eşim çeyreği İbrahim’e uzatırken; “Çok sevindim, sağlıcakla büyüsün. Bu bizden çocuğunuza...” İbrahim’le babası kabul etmediler. Direndiler... Ben eşimden çeyreği alarak İbrahim’in avucuna sıkıştırıp elini kapattım. Zorladıysa da bu sefer ben direndim. “Biz hediyenin değerlisini kendimize sakladık İbrahim. Çeyreğin yanındaki not bize yeter.” Sustular…
İzin isteyip kalktılar. Onları durağa kadar götürüp uğurladık. Güzel bir yaz gününün, güzel bir öğleden sonrası oldu bizim için. Dönüş yolunu uzatıp parka yöneldik. Sonbahar kendisini hissettiriyor gibiydi. Tek tük düşen yapraklar hüzün biriktiriyordu şimdiden. Sarı yeşile kafa tutmaya başlamıştı…
Eşim koluma girerken; “Ben pek yorumlayamadım. Yirmi yıl geçmiş aradan. Ne oldu ki böyle bir şeye gerek duydular?” diyerek suskunluğu bozup konuyu açtı. “Güzel olmadı mı?” dedim kolunu koltuğumda kıstırarak. “Oldu tabi, ama adam varlıklı birine de benzemiyor.” “Ben de öyle düşündüm. O yıllara döndüğümde sanki bir şeyler yakaladım…” “ Anlat” der gibi baktı.
“Oturalım mı?” Koyu gölgesini çimenlerin üzerine sermiş, yaşlı bir akasya ağacının altındaki bankı gösterdi. Yanımızdan, ipini kısa tutmuş köpeğiyle bir hanım geçerken biz banka iliştik. Hanımın giysisinin deseni ile renginin, köpeği ile uyumlu olduğu hemen fark ediliyordu. Özenildiği belliydi… Bir süre arkalarından baktıktan sonra eşim; “Biliyor musun?” dedi ”İnsanın yaşamını sürdürmesi için zorunlu olmadığı bir şeylerle uğraşması ne kadar güzel...” “Elbette güzel” dedim. “Ancak bir de düzgünce yaşayabilmek için erişmesi gerekenlere erişemeyenler var.” “İbrahim onlardan biri miydi?” diye sordu. “Şimdi bilmiyorum, o zaman öyleydi sanki!”
“Dershane günlerimizi hatırlıyorsun” diye başladım söze. “Kayıtlar sürüyordu. En çok sıkıntı çektiğim şey, kimi velilerle ücret pazarlığıydı. İbrahim’in babası da onlardan birisiydi. Kendisi pazarlık yapmadı. Pazarlığı kılığı, duruşu, konuşması yapıyordu. Belli ki işini bırakmış gelmiş… Sonradan anladım ki, iş elbisesi diye düşündüğüm günlük elbisesiydi üzerindeki. Ezik, ilişivermişti koltuğa. Fısıldar gibi konuşuyordu. Oğlunun mutlaka okumasını, kurtulmasını, hatta kendilerini de kurtarmasını bekliyordu. Umutluydu da… Yapabileceğim bütün indirimleri ve ödeme kolaylıklarını yaptım. İmzaladığı on senedin ağırlığı omuzlarındaydı. Yanında geleceğinin güvencesi oğlu, küçük adımlarla dershaneden ayrılırken o ağırlık geldi yüreğime oturdu.”
“İlk deneme sınavında listenin sonundaydı İbrahim. Bu kadarını beklemiyordum. Öğretmenlerinden İbrahim’e biraz fazla ilgi göstermelerini, hatta onu sıkıştırmalarını istedim. Üç beş gün sonra öğretmenlerin hemen hepsi İbrahim için hiçbir şey yapamayacaklarını, çok ama çok yetersiz olduğunu, çok özel ilgilenilmesi gerektiğini söylediler. Durum buyken, babasını düşün…”
Kalktık. Bir süre öylesine yürüdük. “Çok kötü olmuş” dedi eşim. “Dahası var” dedim. “Sınavdan iyi bir sonuç alamayacağı belliydi. Babasını düşündüğümde, boşa ödeme yapacaktı onca ay… Üstelik büyük bir umut besliyordu. Senetlerini geri verip dershane ile işliğini kessen olmaz… Bir şeyler yapılmalıydı. Ben bunları düşünürken babasını buldum karşımda bir gün. Parasını ödeyip senedini almış. Gözleri parlıyordu. Kısacık sohbetimizde kurtuluşlarının onda olduğunu vurguladı birkaç kez yeniden… İbrahim’e çok güveniyordu. Bize de… Bir şey söyleyemedim.”
“Ne yapacağımı bilemeden epey bir zaman geçti. Bir gün, hiç beklemediğim bir zamanda, aynı giysilerle, iri elleri, kirli yüzünde kocaman gözleriyle kapıda belirdi. Yer gösterdim. Sıkıntılıydı! Neler konuştuk bilmiyorum. Bir ara, ezile büzüle masanın kenarına koyduğu çeyrek altını parmağının ucu ile bana doğru iteledi. Şaşırdım. Geçen ayki senedini ödeyemediğini, bu ay da ödeyemeyeceğini söyledi suçlanarak. Yutkunup, senetleri ödeyince almak üzere bende kalmasını istedi. Dondum kaldım! Derin bir sessizlik çöktü masaya… “
Park içindeki koşu yolunda gençler koşarken, yaşlıların kimisi hızlı, kimisi yavaş adımlarla yürüyorlardı. Hepsi spor giysileri içinde, sağlıklı ve uzun yaşama amacındaydı anlaşılan… Biz ağır adımlarla ilerlerken İbrahim’in babası dipdiriydi belleğimde. “İkna ettim, çeyreği geri verdim, gönderdim. Kafamdaki o kargaşa içerisinde kendimi dershanenin sahibinin odasında buldum. Bir öğrencimiz daha dershanemizden parasız yararlanabilir mi diye sordum. Başarılıysa, bize puan kazandıracaksa, reklamımız olacaksa ve yoksulsa elbette olur dedi. Sadece yoksulluğu uyuyordu koşullarına.”
“Ne kadar konuştuk bilmiyorum. Odama geldiğimde İbrahim’in babasının senetleri elimdeydi. Sorun çözüldü mü bilmiyorum ama bir şey yapmış olmanın rahatlığı vardı içimde. Çağırdım… Ertesi gün karşımdaydı. Suçlu gibiydi. Meraklı gözleri gözlerimdeydi. Senetleri uzattım. Dershaneye borcun yok dedim. İbrahim aynı şekilde devam edecek ama çok çalışacak dedim. Ne diyeceğini ne yapacağını şaşırdı. Kalktık. Ellerimi tuttu, gözleri nemlendi, dudakları kıpırdarken, titrek sesiyle seni unutmayacağım diyebildi. Boğazım düğümlendi. Bir şey söyleyemedim. Sadece kapıya kadar götürüp uğurladım.”
“Sonra” dedi eşim bir masalın sonunu merak edercesine. “Sonrası yok. Başarılı olamadı tabi. Onca zaman sonra çıkıp geldiler işte. Sonrası bu…” Koluma sarılıp daha bir yaslandı omzuma. Göz ucuyla baktığımda yüzünde sevgiyle karışık bir gülümseme vardı. Eve yöneldik. 22.01.2023
|

SIRSIRA
Gecenin saat on biri. Telefonum durmadan çalıyor. Açtım. Yakın köyden biri.
“Alo Hoca; sana bizim köyden birinin telefonunu verdim. Yarın seninle görüşmek istiyor. Kusura bakma.
Biraz söyleşiden sonra ,yarın bizim sırsıra ile görüşmek üzere telefonu kapattım.
Ertesi gün belirtilen yerde buluştuk bizim sırsıra ile. “Ben, Cemal “ dedi.
Ben biraz gülümseyerek “Seni bana sırsıra “ olarak tanıttılar dedim.
“Ha! Ben, sırsıra Cemal. “Alamanyada bile bana öyle derler “deyince şaşırdım. Sahilde bir kafeteryaya oturduk. Elli yıldan sonra tanışmışız.
Biraz Bismil’den, eski anılardan sonra, sordum.
“Senin adın Cemal, peki bu sırsıra lakabın nerden geldi?
Sırsıra anlatmaya başladı;
Abi, bizim eski kerpiçten okulu tanırsın, sen benden büyüksün. Bizim kerpiçten okulumuz vardı. İki dershane. Ben, çalışkan bir öğrenciydim. Dördüncü sınıflar arası bilgi yarışması vardı. 4/A ve 4/B sınıflarında. Beşer soru sorulacaktı. En az yüz köylümüz bizi izliyordu.
Yarışma başladı. Her soruyu bildikçe, komşu, yandaş köylüler bizi çılgınla alkışlıyordu. Dörde dört olduk. Sıra son soruya geldi. Bilen kazanacaktı. Soru geldi:
“Gündüz çıkmayan, gecelere izbe yerleri seçen, gece uçan , memeli hayvanın adı nedir?”
Ben , hemen parmak kaldırdım.
“SIRSIRA ÖĞRETMENİM.”
Köylülerden bir alkış koptu.
Cemal bildi! 4/A kazandı!
Öğretmenin sesi duyuldu.
Arkadaşlar, yanıt yanlış. Bir de 4/B soralım.
Soru soruldu. 4/B den Ahmet parmak kaldırdı;
“YARASA” öğretmenler alkışladılar. Ama, köylüden isyan başladı.
“Hayır! “Sırsıradır”. Biz , dileğimiz olsun diye onu yakalayıp, kanadından su içiyoruz. Akşam gelin, bizim tavanlarda sırsırayı size gösterelim.” Dediler.
Yöresel dil “sırsıra”. Bilimsel YARASA.
Türkçe öğretmeni ortalığı yatırmak için sahneye çıktı.
“Arkadaşlar; Yöresel adı: SIRSIRA. Bilimsel adı: YARASA.
İki gurup doğru yanıt vermiş, ikisi de kazanmıştır.” Dedi.
İşte abi; o günden sonra benim lakabım “SIRSIRA CEMAL” olarak kaldı.
|

AYIRAMADILAR
Okulumuzun arka tarafı dağlara bakıyor.
Sıra arkadaşım Ali, “ Erhan, dün şu gördüğün beyazlığa kadar gittik, seheeer, seheeer diye bağırdık ama ses veren olmadı”
Ali, “dağın sesinden sizin sesinizi duymaz ki seher” dedim.
Bütün sınıfta seher konuşulurken, yeni gelen öğretmenimiz, “kim bu seher” ? Diye sordu.
“Haydar amcanın kızı, bizim sınıfta idi öğretmenim”.
Öğretmenim ona” Kürt Haydar” derler.
Erhan, “seher, Kaç yaşında”?
“14 öğretmenim”.
Babam sabah sıkı giyindi, Seher’i aramaya çıktılar.
Annem yan komşu Zeynep teyzeyi çağırdı.
“Kocan nereye gitti kız”?
“Dağa Seher’i aramaya gitti”.
“ Kürt’ün kızını niye arıyorsunuz, kime kaçtı kim bilir?
“Zeynep öyle deme Diyarbakır’dan göçüp gelmişler. Yıllardır komşumuz, bir kötülüğünü görmedim. Adam burada herkese yardım etti. Senin evini yaparken o oğluyla çalışmadı mı? Öyle ama onlar şey kız işte anla.
“Ömer oğlumu iyi ki gönderdim, yoksa Kürt’ün kızı bizim başımıza tebelleş olacaktı.”
“Iyi ki göndermişin.”
Okul uzakta, soğuk rüzgâr gıcım gıcım esiyor.
Ali,” Dağdaki kar aşağı inerse okul kapanır, ama ben istemiyorum seher soğuğa dayanamaz.” Diye konuşa konuşa okul yolunda yürürken, kulübenin yanında iki kişi gördüm, başları sarılı olduğundan tanıyamadım ama bir şeyler planladıkları hallerinden belli oluyordu.
“Öğretmene söyleyelim Erhan”
Öğretmen sınıfa girince, “çocuklar bu Seher’i bulmamız gerek, dün kaymakama, milli eğitim müdürüne gittim” söyledim.
“Bizde arıyoruz öğretmenim, dağda taşta bağırıyoruz ama bir ses yok”.
Okul dağıldı. Eve geldim, Zeynep teyze hala evimizde.
“ Erhan oğlum, seher bulunmadı mı” dedi, annem.
“Hayır, anne jandarma, kaymakam herkes onu arıyor.”
“Devletin işi yok mu bir Kürt’ün kızını dağ taş arıyor” dedi Zeynep teyze.
“Bulunmayınca bize rahat yok” dedi annem.
“Komşu, hep dua ediyorum, iyi ki bizim Ömer’i göndermişim, yoksa bizden bilirlerdi.”
Babam yorgun argın geldi. “Susun çok üşüdüm ben yatacağım” dedi.
Sabahın soğuğunda okul yolunu tuttum. Kulübenin oradan geçerken yine başları sarıklı iki kişi gördüm, merakla sormak istedim, ama beni yaklaştırmadılar. Biraz ileride saklandım konuşulanları dinledim.
“Seni çok seviyorum kız”.
“Beni sana vermezler Ömer”.
“Kaçarız kız!”
“Her tarafta arıyorlar nasıl kaçarız Ömer? “
“Seni kaçıracağım Seher, ben hazırlığı yaptım.” “Kız, yoksa beni sevmiyor musun”?
“Öyle şey mi olur Ömer, seni çok seviyorum ama başına bir şey gelmesinden korkuyorum”.
Okula gittim, öğretmen dersin sonunda bizi dışarı çıkardı.” Bakın çocuklar yarın çok sıkı giyinin şu dağlarda Seher’i arayacağız” dedi
Sabah ben okula giderken, annemin canı sıkılmış Zeynep teyzeyi yine çay içmeye çağırdı. Okuldan döndüğümde yine gündem Zeynep.
“Dağda taşta ne arıyorlar, o kız kaçmıştır biriyle”
Tövbe tövbe, Ömer gitmese idi tövbe tövbe…
Hava kararırken siren sesi duyuldu.
Babam fırladı çıktı,” Yoksa kaymakamı mı vurdular” dedi
Meydanı dumanlar sardı, itfaiye geldi, herkes bir yerlere koşuştular, su taşıdılar. Ateş Hükümet binasına atlamıştı.
Ali “ Erhan, Gel bizde yardım edelim” dedi.
Nasıl, yardım edeceğiz?
Ateş yan binaya sıçramak üzere iken, yandaki evin bodrumuna indik, Ali” korkma” dedi.
İndik aşağı, arka kapının önünde Ömer ile Seher’i el ele gördüm.
“Şimdi çıkalım, tam zamanı" dedi.
Ömer abi:
“Çıkalım” dedi Seher. Zeynep’in Ömer ile Haydar’ın Kürt kızı Seher yangın arasından ele ele çıkıp giderken, herkes yangınla uğraşıyordu.

|
|