ANASAYFA 03 MART 2023 SAYI: 36 web counter

               

GEHİNNOM?


Cehennemin İbranicedeki ilk adıymış bu gehinnom. Kudüs civarındaki eski kentin yakınındaki bir vadinin adıymış Hinnom. İbranicede ge- de vadi anlamına geldiğinden gehinnom Hinnom Vadisi anlamına geliyormuş.
Tevrat’a göre burada vaktiyle putperestlerin tapınağı varmış, tanrı Moloh’a çocuk kurban ederlermiş ne kadarı gerçektir ne kadarı Tektanrıcı propagandadır bilmem. 2 Krallar 23’e göre kral Yosiah bu töreyi yasaklamış, tapınağı da yıktırmış. Ondan sonra burası Kudüs kentinin çöplüğü olmuş. Hayvan leşleri ve idam mahkûmlarının cesetleri buraya atılırmış. Sürekli ateş yanarmış.
Hinnom vadisi Yahudi geleneğinde ve mirasçıları olan Hristiyanlık ve Müslümanlıkta gitgide zenginleşen bir mecazi/sembolik anlam kazanmış. Gei Hinnom cehennem’e tanrının insanlara gazabının mekânına dönüşmüş. Dinî literatürde dünyadaki günahlarımızın cezasını yargı gününden sonra çekeceğimiz öbür dünyadaki bir yerin adı haline gelmiş. Yani cehennem bu dünyadan taşınmış.
Ama tarihsel ve bilimsel tanıklıklar cennet ve cehennem düşlerinin bu dünyadan kaynaklandığını göstermektedir. Avcı toplayıcının haftada birkaç saatlik çalışmayla doğanın bolca sunduklarından ihtiyaçlarını karşılayabildiği yerler ve zamanlar uygarlığın yitik altın çağı ve özlediği cenneti olmuştur.
İnsanlar cehennem sıkıntısı hiç çekmemişlerdir. Sınıflı toplumların uygarlığı hep alt sınıfların cehennemi olmuştur hep.
Sınıflı toplumlarda egemenler alt sınıfların cehenneminin suçunu tanrılara ve şeytana havale ederek kendilerini aklama yoluna gitmişlerdir çoğucası.
Bu depremde de öyle olmuştur. Felaketin büyüklüğü tanrıya ve jeolojik hareketlere havale edilirken çürük yapıları yapanların ve satın alanların bizler olduğu sanki bilinmek istenmemektedir. Bize düşen bu cehennemi biz yaşayanların imal ettiği gerçeğidir.
Cehennemi ve cehennem gibi olanları ancak yaşayanlar bilebilmektedir. Bize söz düşmemektedir.
Onları dinlemenin tam zamanı değil midir?





 

 

HAYAT SEN YÜRÜDÜKÇE ANLAM KAZANIR

Tek başına kaldığında fark etmeye başlarsın. Tek başınayken yolculuk başlar. Tek başınayken anlayabilirsin kim olduğunu. Gerçekten ne istediğini ancak tek başına fark edebilirsin.
İnsanların içindeyken akıntıyla sağa sola savrulan zavallı bedenindir sadece. El yordamıyla anlık, acemi kararlarla sağ tutmaya çalışır kendini. Tek başına, gerçek yolculuğuna çıkmazsan anlık kararlarla sürdürürsün hayatı. Sonuna kadar da idare edebilirsin.  Kısa vadeli çözümler üreterek derme çatma bir hayatı tüketirsin. Farkında olmadan küçük manevralar yapar, düşmekten kurtulursun. Tutarsızdır yaptıkların, çünkü kararların anlıktır.
Kalabalığın içinde, o an neye ihtiyacın varsa onu yaşarsın. Hiç bilmeden kendini kandırır, iyiliğin tadına varır, egonu minik minik tatmin ederek yol aldığını sanırsın. Oysa yola çıkmamışsındır bile. Yerinde sayarsın.
Birbirinden bağımsız ve tutarsız kararların, anlamsızlık yaratır. Hayatının bir kurgusu yoktur. Değerlerin darmadağınıktır. Kimliğin oluşmamıştır. Tek başına kalmaya cesaret edip kim olduğuna bakmamışsındır. İçin anlamsızdır. Fakat içine düştüğün anlamsızlığı hayata mal edersin.

   İnsanoğlunun en büyük dertlerinden biridir anlamsızlık. Kendi kendine yarattığını bilmez.
Tek başına kalmayı, yalnızlık sanır, yine ani bir kararla birilerine sarılırsın. İyi gelir, başarılı bir manevrayla kendini yine kurtarmışsındır acıdan. Kısa bir süre daha kazanmışsındır hayattan. Bu süreyi hayattan kaybettiğini anlamadan.
İnsanoğlunun en büyük dertlerinden biridir yalnızlık. Kendi kendinden kaçtığını bilmez.
Kendine dürüst olamayan insan tek başına kalamaz. Tek başına kaldığın anda sorular sormaya başlarsın çünkü. Kimim ben dersin? Aslında ne istiyorum? Neler yapıyorum? Neleri biliyor, neleri sanıyorum? Kendimi nasıl kandırıyorum? Neden korkuyorum? Korkmasaydım ne yapardım? Neyi değiştirmek istiyorum? Ne kadar cesurum? Ne kadar güçlüyüm? Nelerden vazgeçemiyorum? İçinde koştuğum hayat ne kadar bana ait? Kuralları kim koyuyor? Aslında ihtiyaç duyduğum şey ne? Yol ne?

Çünkü ancak kendine dürüst olabilirsen, bu sorulara korkmadan her seferinde aynı yanıtı verebilirsin. Aksi takdirde kendi sesinden duyduğun tutarsız yanıtlar korkutur seni. Yalnızlıktan korktuğunu sanırsın.
Kendinle baş başa kalmayı becerebildiğinde, yanıtını bilmediğin sorular azalır, fakat bitmez. Bu yoldur. Hayat, sen yürüdükçe anlam kazanır.

UY HAVAR

Maraş Maraş derler, bu nasıl Maraş
Maraş kalesinden dökülüyor taş
Enkazın altında can verdik kardaş
Enkazın içinden sesle “UY HAVAR!”

Hatay dedikleri bir kadim şehir
Yakınından geçer, bir asi nehir
Yıktılar yuvamı, hayatım zehir
Asi nehri gibi sesim “UY HAVAR!”

Diyarbakır küçeleri “UY HAVAR!” diyor
Çürük yapılarda canlar ölüyor
Bütün küçelerden çığlık geliyor
Eyvanların sesi: “Aman UY HAVAR!”

Nemrut Dağı gibi, ben Adıyaman
Öyle bir öldük ki; uy aman aman
Malzemeden çalan oldu kahraman
Nemrut Dağı çığlık atar: “UY HAVAR!”

Malatya Malatya bulınmaz eşin
Enkazın altında bacın kardeşin
Aldılar soysuzlar, canını peşin
Canımızı soysuz aldı “UY HAVAR!”

Adım Urfa, gölüm balıklı
Elleme yaramı, bağrım yanıklı
Çığlıklarla öldük, dünya tanıklı
Sesimiz duyulmaz, havar ha havar

Ben Antep, yani gazi
Ölüverdik dizi dizi
Topluca gömdüler bizi
Toprak çığlık atar, Aman “UY HAVAR”

 

Çalıp çırparken mantar gibi bitenler
Kürsüye çıkarak horozca ötenler
Biz ölürken yurt dışına tüyenler
Çalıp çırpıp kaçıyorlar “UY HAVAR”

Küçe: Kürtçede sokak

   

AKLIN BİLİMİ VE DOGMATİZMİN İLİMİ

Akıl ve dogma hep birbirine karşı olmuştur. Dogmatistler aklı kullanıyor olarak görünmek istemiş. Bu yolla da aklın önünü kapatmaya çalışmışlardır.
Bu savaşımın en büyük silahı sözcükler olmuştur. Her düşünce sözcüklere özel bir anlam yüklemeye çalışmıştır.
Son zamanlarda medyamızda bunun özgün örneklerini görebiliyoruz.
Dün gece televizyonlarda yayınlanan bazı programlarda ilgimi çeken sözcükler vardı. Üstelik bu programlar “yandaş” olarak tanımlanmayan, kendilerini ağırbaşlı olarak gösteren kanallardı.
Bir kanalda tarih söyleşisi. Konuşmacı söze “Abdülhamit merhum” diye başlıyor. Yahu, Abdülhamit’in ölü olduğunu bilmeyen mi var. Burada “merhum” sözcüğü hem gereksiz hem de 31 Mart olayı konu olduğunda anlamsız. Peki, neden kullanmaya özen gösteriyor?
Bir başka kanalda, “MU” dini konuşuluyor. Konuşmacı, kitapsız dinler de dâhil, tüm dinlerin tek tanrılı olduğunu iddia ediyor. Firavunlar dönemi Mısır dinini de buna katıyor. Tüm dinlerde benzeşen birçok kural ve olay anlatımı olduğunu ise, aynı tanrının dinleri olmasına yoruyor.
Yine son zamanlarda, her olgu kutsal kitaplar referans gösterilerek yorumlanmaya başlandı. Ne bilim ne evrim. Varsa yoksa kutsal kaynakların zorlama yorumları.
* * *
Bu biçemin kullanılmasının belirli bir amacı var. Dogmatizmi inanç olmaktan çıkarıp, yaşamın her alanını düzenleyen bir olgu durumuna getirmek. Bunu başarmak için de düşünce sistemimizi etkilemek, değiştirmek.
Olur olmaz yerde “merhum” sözcüğünü kullanmak, ölüye saygıdan değil. İdeolojik hegemonyanın dil ayağını pekiştirmekten.
Hele hele dinlerdeki benzeşen yönlerin aynı kaynağa dayalı olduğunu iddia etmenin amacı tek. Bilimi dışlamak.
Oysa insanlık ilk zamanlardan beri oluşturduğu birikimi aktararak gelişmiştir. Afrika’dan tüm yeryüzüne yayılan insanların ortak kültürler üretmesi doğal bir gelişme olmuştur.
Göksel dinlerde anlatılan olayların neredeyse tümü Sümer inançlarında ve tabletlerinde var. Sümer anlatımları, sonraki inanışlara da geçmiş. Bu da çok olağan bir durum. Hemen hemen aynı topraklarda doğan bu inançlar, elbette öncekilerden etkilenecektir.
Bilimin, deney ve gözleme dayalı yöntemleri yerine kutsal kitapların zorlama yorumlarını olgulara dayanak yapmanın bizi götürebileceği tek yer, Avrupa’nın orta çağ karanlığıdır.
Aklın bilimi, dogmatizmin ilmini yenmek zorundadır.

GELDİ GELMEKTE OLAN
6 Şubat 2023 sabahı bir felaketle uyandık, televizyonlar yıkılan binaları, altında kalan insanları, senaryosu yazılmış acıklı bir film anlatır gibi sıralıyorlar. Devlet görevlilerini gören medya hemen mikrofonu görevlinin önüne uzatıyor. Onlar da kurulmuş makine gibi “Cumhurbaşkanımızın onayı ile buradayız, her şeyi kontrol altına aldık, devletimiz büyüktür, bunun da üstesinden geleceğiz” nakaratını tekrarlıyorlar.
 Kahramanmaraş merkezli, 14 milyon insanın yaşadığı ve 10 ili kapsayan bölgede; birisi sabaha karşı  04.17’de 7.7,  ikincisi insanlar sokakta iken ve eşyalarını binadan almak için içeriye girmişken 13.24’de, 7.6 büyüklüğünde  iki büyük deprem birden olmuş, kamu özel binaların çoğu bir dakikada enkaz yığını haline gelmiş, göçük altından sağ kurtulmuş olanlar sesinin yettiği kadar bağırıyor, “şu enkazın altında kızım var, oğlum, annem, babam var sesleri geliyor, yardım eden yok mu?” bu çığlıklar illerde, ilçelerde yankılanıyor ama karşılık bulmuyor. İnsanlar enkaz altından bağırıyor, çığlık atıyor. Bunlardan birine karşılık veriliyorsa beşine verilmiyor. Elektrik yok, telefon yok, dondurucu bir soğuk varken ve seferberlik ilan edilmesi gerekirken hemen OHAL ilan edilip, Halkın destek vermesi engelleniyor. Enkazdan kurtulan insanların canlarını kurtarmak için tırnaklarıyla enkazı kazmaya çalışırken,  güvenlik güçleri   halk desteğinin engellenmesine öncülük ediyor.
Devlet yetkilisi Ankara’dan her şeyin kontrol altında olduğunu açıklıyor. Deprem bölgesindeki bakanlar açıklama yapıyorlar “Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla gerekenleri yapıyoruz”. Aynı anda ise enkaz altından çığlıklar tekrar yükseliyor “Yardım eden yok mu? Ben belediyenin karşısındaki binanın altındayım. Yalvarıyorum yardım eden yok mu?”
AFAD üniformalılar gözükmeye başlıyor, medya görüntüleriyle enkaz altından canlıları çıkarırken “Allahuekber” naraları yükseliyor.
Cumhurbaşkanı bölgeye geliyor kameralar karşısında  “Büyük bir felaketle karşılaştık, devletimiz büyüktür, yaraları en kısa sürede saracağız, bir yıl içinde evleri yapacağız,  kader planında böyle yazmışlar” diyor.
Ne demek “Kader planında böyle yazmışlar” bizim elimizden bir şey gelmez mi, bizim suçumuz yok mu, imar barışı ile bir ilgisi yok mu?
İnşaat Mühendisleri Odası’nın, Jeoloji Mühendisleri Odası’nın “Buralara yüksek katlı binalar yapmayın, şuradan fay hattı geçiyor, buraya imar planı vermeyin” diye Kahramanmaraş belediyesine verilen raporu, başkanın “ Ben bunlara inanmıyorum” diye bir kenara atmasının suçu yok mu?

Yıllardır ruhsat alamayan bir binaya ruhsat veren ve oraya rezidans adı verilerek, büyük paralara, hakimlere, savcılara satılan binanın enkaz haline gelmesinde kimsenin suçu yok mu?
Evet bunlarla yeni karşılaşmıyoruz, maden kazalarında, tren kazalarında hep bu algı operasyonları yapıldı, troller kanalıyla işlendi.
Evet deprem doğal bir afet… ama bu yıkımlar doğal değil, bilim var, araştırmalar var, uyarılar var ama uyan ve uygulayan yok.

Devletin kurumlarını topyekûn bölgeye sevk etmeyen, AFAD dışındaki profesyonel yardımları zamanında devreye sokmayanlar suçludur.  Deprem altından sesler gelirken halkın desteğinin engelleyenler suçludur.
İmara açılmaması gereken yerleri imara açanlar, usulüne uygun bina yapmayanlar suçludur.
Dünyadan yardım için koşanlar oldu,  70 ülkeden profesyonel elemanlar geldi. 
Düşman ilan edilen Yunanistan’dan, Ermenistan’dan, İsrail’den ekipler geldiler. Dondurucu soğuğun altında bir can kurtarmak için çalıştılar.
118 saat sonra, 125 saat sonra ve 7 gün sonra enkaz altından çocukları büyükleri çıkartırken algı operasyoncuları hemen oraya koştular kameralar karşısında, “Allahuekber” sesleriyle çocuğun çıkartılışının senaryosunu yazdılar. “ Biz buraya zamanında müdahale etseydik bir değil, on canlı çıkartırdık”   demek yerine, “Allahuekber” nidaları attılar.
Deprem dünyada birçok ülkenin sorunu ama Japonya gibi birçok ülke de buna belli oranda çözüm üretmiş, hatta Erzin İlçesinde de devlete örnek olacak uygulama yapmış. Yasal olmayan hiçbir yapıya ruhsat verilmemiş, ilçe halkının malını ve canını kurtarılmış.
Binlerce insanın can kaybı, milyarlarca liralık mal kaybı kader planı değil, rant planının sonucudur ve sorumlusu siyasi iktidardır.
Elbette can kayıplarına insanın vicdanı dayanmıyor. İnsanı en çok kahreden, bu felaketin bilinerek gelmesi,  canlarımızın bu kadar ucuz olması ve üstünden siyasi çıkar anlayışlarının sergilenmesidir.

              

KURA

“Ne yaptı senin oğlan, yerleşebildi mi?” diye söze başladı komşu apartmanın kapıcısı sırf dem doldurulmuş bardağından bir yudum çektikten sonra. Her akşam öyle yaparlardı… Gün batımıyla çöpleri topladıktan sonra birisinin evinde bir araya gelirler, yeni demlenmiş çayı yudumlarken sohbet ederek günü tamamlarlardı. “Yerleşti şükür” dedi boş bardağı doldurması için karısına uzatırken. “Yerleşti ama az sıkıntı çekmedi. Beş yıl bekledi okulu bitirdikten sonra. Anca bu yıl çıktı kurada. Biraz uzak oldu ama olsun…” Karısı bir paket bisküvi sürdü önlerine. “Yavrum ilk maaşıyla telefon aldı bize, sık görüşelim diye.” Sesinin tonu gurur yüklüydü. Komşunun boşalan bardağına sırf dem doldururken, daha bir gururla lafını sürdürdü. “Şurada kaç ay oldu göreve başlayalı, her ay üç beş gönderir yavrum.”
Sorunları benzeştiği gibi sevinçleri de pek farklı değildi. Onların da büyük oğlu, uzun aramalardan sonra, asgari ücretle de olsa, sigortasız da olsa bir işe başlamıştı geçen ay… Henüz ücret almamış olsa da bir ferahlık vardı içlerinde. Apartmanları doğalgaza geçtiğinden, “kapıcıya gerek yok” lafları dolaşıyordu kaç zamandır ortalıkta. Korkuları; işten çıkarılırsa başka gelirlerinin olmamasıydı. Şimdi hiç olmazsa bir gelirleri vardı. “Sizinki iyi” dedi komşu kapıcının karısı. “Bizimki eğreti.”
Sekiz numaranın sevimsizliğinden söz edecekken, yöneticinin anlayışsızlığını sıralamaya başladı öteki. Belli bir çalışma saati yoktu anlaşılan. Her an bir iş için hazır olmalıydı. İzin kullanma senin gereksinmene göre değil, onun isteğine göreydi. İşe başlarken “sigortanı yaparım ama sendika falan istemem” sözü hep aklındaydı. Haklarını elbette biliyordu. Güç bela, yalvar yakar bulduğu işi kaybetme korkusu, bildiği haklarını ortadan kaldırıyordu. Bizimki çok mu farklı der gibi başını sallayıp çayına uzandı.
Sohbet tam yerine gelmişken telefon çaldı. Karısı usulca uzanıp telefonu aldığı gibi yan odaya geçti. “Hep böyle yapar, çekilir, uzun uzun konuşur” diyerek sitemkâr bir gülümseme astı yüzüne. Çayları tazelemek komşu kapıcının karısına kalmıştı. Sohbet kaldığı yerden sürdü. Birisi yöneticinin yerine geçti, diğeri aynı apartmanda ev sahibi oldu, anlattılar da anlattılar… Uzunca bir zaman sonra karısı elinde telefonla döndü. “Söz verdi yavrum, yaza görüntülüsünü alacak” diye sohbeti böldü. Küçük bir sessizlikten sonra “Bir de baş göz etsek” deyip geriye yaslandı. Konu epeyce laflandıktan sonra, karısı, sesini hafifçe yükselterek “uzaklarda aramaya ne gerek var canım” diye kocasına baktı. Kimseden bir ses çıkmayınca “Torun sevmek hepimizin de hakkı değil mi?” diyerek konuyu yumuşatmak istedi. Herkes kimin ne söyleyeceğini beklerken, karşı apartmanın kapıcısı “kısmet” deyip konuyu kapattı. Karısı tebessüm eden yüzüyle başını öne eğdi…
Zaman epeyce ilerlemişti. Sohbeti en güzel yerinde kesmek de istemiyorlardı. Oysa sabah herkesten önce ayakta olmalıydılar. Apartmanın çevresini kolaçan edip, göze batan ne varsa düzenlemeliydiler. Çocukların oraya buraya attıkları meyve kabukları, yiyecek ambalajları kimse ayaklanmadan toplanmalıydı. En zorlarına giden de çevreyi kirletenlerin daha çok büyüklerin olmasıydı. Hele sigara izmaritleri…
“Bizim sekiz numara…” diyerek sohbeti tazeledi. “Her sabah kapının hemen yanına izmaritini atar. Saat gibi…” Gülümsedi öbürü. “Bizde de var bir tane. Her sabah aynı yerde bir izmarit… Toplaması da zor…  Bir de üzerine basıp ezmeleri yok mu?” Gülümsemeleri umarsızlıklarındandı… Bir keresinde, yöneticiye; “apartman sakinlerine söylesek de çocuklarını uyarsalar, sağa sola ellerine geleni atmasalar, izmaritlerini yere atıp ezmeseler” diyecek olmuştu da,  “o zaman sana ne gerek olurdu” diye terslenmişti.
“Sohbet bitmez” deyip kalktı komşu apartmanın kapıcısı, arkasından karısı… “Zengin kalkışı” diye gülümseyip, onlar da kalktılar karı koca, uğurlamak için. “Zenginlik bize mi kaldı?” diyerek yakındı sessizce.  “Yarın bizdeyiz” dedi ayakkabılarını giyerken. “Hadi Allah rahatlık versin.” Yüzlerindeki mutluluk çizgileri belli belirsizdi…
Apartman doğalgaza geçtiğinden, kömürlüğün kenarına sıkıştırılmış kapıcı dairesine bir oda daha eklenmişti. Orayı yatak odası yapıp ferahlamışlardı. Yoksa çocuklarla aynı odada hoş olmuyordu… Soyunup giyinmeleri bile sorundu. Rahatça soyunup, geceliklerini giyip uzandılar. Seslendirmeseler de ikisi de biliyordu ki düşündükleri oğullarıydı. Dalmak üzereyken, “görüntülü telefonumuz olsa” diye dürttü kocasını. “ E söz vermiş ya…” diyerek dönüp yorganı çekti başına. Karısı bir zaman daha gezindi oğlunun çevresinde. “Yavrum da uyumuştur şimdi” diye geçirdi aklından. Aklında oğlu, yumdu gözlerini. Mutluydular… Kendilerince şikâyetçi olacak bir durumları yoktu… 
 Üst katın televizyonunun sesiyle uyandı. “Sabahın köründe…” diye başlayan, kızgınlığa varan sitemini tamamlayamadan yan dairenin televizyonunun sesi üst daireninkine karıştı. Kızgınlığı meraka döndü. Kalktı kendilerinin televizyonunu açıp karşısına dikildi. Ekranda çığlık çığlığa bir spiker, ekranın altında kocaman harflerle kayan yazı; “Kahramanmaraş merkezli deprem… 7,7”  Bakışları ekrana yapıştı, dondu kaldı… Ne bir şey söyleyebiliyor ne kımıldayabiliyordu…
Karısı gelip yanına dikildi. Gözü kulağı ekrana kilitli, ne olduğunu kavramaya çalışıyordu. Spiker, “yüksek yıkıma neden olan depremin merkez üssünün Kahramanmaraş olduğunu” yineleyince bastı çığlığı. Nice sonra, elleri kocasının yakasında, sadece yalvarıyordu. “Ne olur bir şey olmasın, oğluma bir şey olmasın!” Karısının sarsmasıyla kendine geldi. Korkarak, bir ümit telefona yöneldi. Numaraları tuşlarken karısı sinmiş sesiyle, umarsız yalvarıyordu. “Ne olur bir şey olmasın ne olur bir ses, sadece bir ses, ne olur!” Son rakamı da tuşlayıp telefonu kulağına dayadı. Bütün dikkati kulağında, beklediği bir ses, sadece bir sesti… Bekliyor, o ses bir türlü gelmiyordu. Telefonu kapatıp yeniden tuşladı.  Ses yine yoktu. Kulağında telefon, nereye baktığını bilmediği gözlerle, odanın ortasında öylece dikiliyordu. “Aradığınız kişiye…” Cümle tamamlanmadan telefonu kapatıp sedire oturdu. Karısı yanına ilişip, umarsızlığın verdiği şaşkınlıkla, kocasını sarsarak yeniden aramasını istedi. Elinde telefon, boş gözlerle karısına bakıyor, ne dediğini anlamıyordu bile… Gözleri dolu, boğazında bir düğüm ümitsizce tuşlara dokundu. Telefonu kulağına yapıştırdığında nefes bile almıyordu. Bir umut bekledi, bekledi…  Gelen ses aynıydı; “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor…”