Fevzi Demir
BİR AMPULÜ DEĞİŞTİRMEK İÇİN KAÇ SEÇMEN GEREKİR
Deniz Dedeoğlu
BU IŞIKTA KALACAK CESARETİN OLUR MU?
Ayhan Altay
İFLAH OLMAM
Meryem Gülbudak
KADINLARIN DA DESTANI YAZILIR
A. Kadir Dedeoğlu
AYIN ARKA YÜZÜ
Orhan Yüce
UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ
Candan Selam
SAĞLIKSIZ SAĞLIKÇILAR
Cebrail Sürücü
ÜÇ KİŞİDE TEK GÖZ
|
BİR AMPULU DEĞİŞTİRMEK İÇİN KAÇ SEÇMEN GEREKİR
Soru: “Ampul değiştirmek için kaç seçmen gerekir?” Cevap: “Hiç. Çünkü seçmenler hiçbir şeyi değiştiremez”.(1)
Ampulü değiştirme zamanımızın geldiği ve hatta çoktan geçtiği bu zamanlarda konuyla ilgili şu fıkra da güzel:
Akıl hastanesinde bir hasta kendini tavana baş aşağı asarak "Ben ampul oldum" diyor ve kimse de onu indiremiyormuş. Konu baş hekime intikal etmiş… Başhekim; "Gidin ona elektrik kesildi, artık bir işe yaramazsın, in oradan diye ikna edin" talimatı vermiş. Bir süre sonra görevliler tekrar baş hekime gelmişler; "efendim onu ikna ettik, inecek. Fakat bu kez de etrafında toplananlar, karanlıkta kalacağız diye indirmemize izin vermiyorlar.”!
Bendenizin doktora tezi dahi parlamento seçimleri üzerine olduğundan bu konuda da uzmanlık gereği konuşmasam olmaz. Ancak seçim konusunun uzmanlara bırakılmasının demokrasinin sorunlarından biri olduğu da ortadadır.
Doğru dürüst karar alamadığımızdan; bizim için ve bizim adımıza karar alacak temsilcilerimizin, kararlarını bizden çok kendi adlarına alması önemli bir sorundur. Ve hatta bu temsilcilerin bizi temsil etmediğine dair kesin bilgiler de bulunmaktadır. Çünkü yürürlükteki sistemde zaten biz temsilcilerimizi seçmemekte bize sunulan paketleri onaylamaktayız.
En önemlisi seçmen çoğunluğunun kendi rızasına bırakılmadan oluşturulduğu ve çok tüketilen küresel markalar gibi bir seçmen çoğunluğunun da üretilmiş olduğu bir hakikattir.
Çok muhalif Chomsky gibi zındıkların da belirttiği gibi rıza alınan değil imal edilen bir şeydir.(2)
Temsilcilerimiz özgürce iktidarı ele geçirseler bile iktidar ve güç zehirlenmesi mikrobuna yakalanmaları Kovid’e yakalanmalarından çok kolaydır. He-Man gibi güç bende artık dedikten sonra hubris de denilen bu kibirlenme illetine yakalanmayan sözde çoğunlukça seçilmiş bir muktedir yok gibidir.
Bu temsilcilerin, seçilmiş siyasetçilerin ve emrindeki bürokratların bizim adına kararlar alma gibi kararlılıkları olsa bile devlet ve ulusal ekonomiler halkın elinden çoktan çıkmış olduğu için millet yararına kullanılabilecek bir milli gelir de bulunmamaktadır. Üstelik bu milli gelir dağılımının adil olmadığı da herkesçe bilinmektedir.
Küreselleşme çağında çok gelirlinin, az gelirliden daha az vergiyi devlete vermesi sağlanmış bulunduğundan günümüzde ulus devletin kendi halkına polis olma işlevinden başka bir olanağı kalmamış gibidir:
Yeni popülist liderler, ulusal egemenliğin krizde olduğu bir dönemde, ulusal liderlik istediklerinin farkındalar. Bu egemenlik krizinin en önemli belirtisi, hiçbir modern ulus-devletin kendi ulusal ekonomisi denebilecek bir şeyi yönetmiyor olması.(3)
Ekonomi konusunda verecek bir kararımız kalmadığından bize uğraşacak kültürel ve kültürel kimlik konuları kalmaktadır:
Yeni otoriter popülist liderlerin ortak noktası da bu: Hepsi de, yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işçi hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin farkında. Bunun yerine, ülkelerinin kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasi bir güce dönüşeceğini vaat ediyorlar.
…Kültürel egemenlik aynı zamanda, göçmenler ve/veya ülkedeki etnik azınlıkları hedef alan yeni bir dışlayıcı siyasetinde alanı. İş imkanları, emekli maaşları ve gelirler azalmaya devam ettikçe ve sol liberallerden gelir eşitsizliğini düzeltme, refahı ve kamu kaynaklarını yeniden yapılandırmaya dair ikna edici bir siyasi mesaj gelmedikçe, göçmenler ve azınlıklar en bariz günah keçileri olmaya devam edecek.(4)
Bu satırlar Kerkenez okurları için de çok ciddi ve ağır gelse bile ülkemizin emek ücretini düşüren azlıklarından kurtularak kurtulacağımız fikrinin yanlışlığından söz ediyor aslında.
Acı hakikat şu ki, bugün dünya, kimsenin vatandaşı olmak istemediği başarısız devletlerle dolu.(5)
Bizim devletin başarılı olduğuna ve hatta ileride başarılı olacağına dair bir işareti ise ben göremiyorum valla.
Demokrasi çoktandır üretilmiş sözde çoğunluğun gücüne dayanıyor. Orta ikiden terk ortalamalı ve facebook, instagram ve a-haber algoritmaları üretimi bu sözde çoğunluğun sağduyusuna güvenilemeyeceği maalesef gerçek gibi.
Birkaç soruyla ve bilge Hoca Nasreddin’le bu aylık hasbihal yeter diyelim:
Bizim adımıza karar verecekleri ve bizim yerimize düşünecekleri seçecek isek seçmesek daha iyi değil mi? Biz kendimiz düşünsek ve karar versek olmaz mı?
Oturduğu apartmanı ve siteyi yönetmeyi beceremeyenlerin oy kullanma hakkı olmalı mı?
Aynı fikirde olmadıklarımız düşmanlarımız mıdır?
Ne kadar fazla karar yerel olarak alınırsa, merkeze o kadar az iş kalmaz mı?
Nasreddin Hoca bir sabah evinin önündeki avluya darı serpmekteymiş. Yoldan geçen bir adam durup şaşkın gözlerle Hoca'ya bakmış. “Hoca,” demiş,” neden etrafa darı saçarsın?” Hoca, “Kaplanlar uzak dursun diye” cevabını vermiş. “İyi de buralarda kaplan yok ki” demeye kalmadan Hoca cevabı yapıştırmış: “Gördün mü bak, demek ki işe yarıyor!(6)
1-David Graeber, Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar, Çeviren: Bengü Kurtege-Sefer, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2012, s.74.
2-Noam Chomsky ve Edward S. Herman, Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği, Çev. Ender Abadoğlu, BGST Yayınları. İstanbul, 2012.
3-Arjun Appadurai, “Demokrasi Yorgunluğu”, Büyük Gerileme, Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma, Hazırlayan: Heinrich Geiselberger, Çevirenler: Merisa Şahin, Aslı Biçen, Ahmet Nüvit Bingöl, Orhan Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2017, ss.17-30. s.18.
4-Arjun Appadurai, a.g.m., s.25.
5-Ivan Krastev, “Çoğunlukçu Gelecekler”, Büyük Gerileme, Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma, Hazırlayan: Heinrich Geiselberger, Çevirenler: Merisa Şahin, Aslı Biçen, Ahmet Nüvit Bingöl, Orhan Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2017, ss.87-101. s.96.
6-Adam Phillips, Dehşetler ve Uzmanlar, Çeviren: Tuna Erdem, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s.62.
|

BU IŞIKTA KALACAK CESARETİN OLUR MU?
İnsan çok yol yürüdüm sanıp, aslında hiç mesafe kat edemeyebiliyormuş.
Çok şeyi biliyor olsa da bu anlamak için yeterli olmayabiliyormuş.
Görmekten korktuğu şeyi, bir ömür görmemekte ısrar edebiliyormuş.
Yıllarca parçaları toplamakta becerikli, bunları birleştirmekte aciz olabiliyormuş.
Hayatı boyunca aradığının, gözünün önünde olduğunu fark edemeyebiliyormuş.
Tam düze çıktım derken, son adımını bir koca boşluğa attığını anlamayabiliyormuş.
Meğer insan en çok kendine oyun oynarmış.
Meğer içindeki sen, tahmin ettiğinden çok daha zeki, çok daha kurnaz, çok daha akıllı
Çok daha ürkek, saklanmakta, saklamakta ısrarlı
Çok daha aklı karışık, senin için sana karşı
Çok daha güçlü, dirençli, katı
Tahmin edilemez, öngörülemez, şaşırtıcı.
Yıllarca gördüğün dünyayı, kendi bildiği resme boyar gibi
Yıllarca gördüğün rüyaya, çekilmiş bir ayar gibi.
Aslında bir film izleyip, bunu gerçek sayar gibi.
Yıllarca…
Ve insan en çok kendi kendinin oyununa gelmiş olmaktan kırgın
Ve yılların öylece geçip gitmiş olmasından
Geç kalmış olmaktan, üzgün
Elindeki farkındalıkla kalakalmış olmaktan şaşkın
Gözlerinin bu ışığa alışık olmamasından, kırpışıp kalmış bir insan.
Bu ışıkta kalacak cesaretin olur mu?
Hayat gerçeği yaşamana fırsatlar verir mi?
Yeni hayat eskisinden daha kolay gelir mi?
|
|

İFLAH OLMAM
Siyahı hiç sevmedim
Kara günlerde bile
Bağlamam karaları
Yakın olup
Uzak kılmanın esrittiği
Düş vurgunuyum
Artık iflah olmam
|
KADINLARIN DA DESTANI YAZILIR
“Bu URUK Başrahibesinin değil,
Küçük Liyotani’nin,
Ve kadınlığın destanıdır .”
diyerek yazdığı ilk KADIN DESTANI ’nnı özünü anlatır yazar Ayla Kutlu.
En eski edebiyat ürünlerindendir destanlar, İlyada, Gılgamış , Şu, Oğuz Kağan destanı gibi… Çeşitli coğrafyalardaki toplulukların gerçek ya da gerçeküstü olaylarını işleyerek okuyanlarda heyecan ve coşku yaratır. Kahramanları hep güçlü, bilge erkeklerdir. Akhilleus Agamomnon, Gılgamış, Şu, Oğuz Han gibi. Ayla Kutlu, bu durumu tersine çevirip Kadın Destanı’nı yazmış. Kadınların da binlerce yıldır bu erkek egemen evrende aklıyla, duygularıyla, emekleriyle olağanüstü işler başardığını, uğradığı haksızlıkları, yaşadıkları zulmü ve mutluluklarını mitolojik çağlardaki öykülere dayanarak anlatmış. Bu büyük erkek dünyasında köşede kalan kadının elinden tutup özne yaparak sahneye çıkarmış. Büyülü dizeleriyle beş bin yıl öncesinden yola çıkarak önce fahişe sonra başrahibe olan Liyotani’yi baş kahraman yapmış ve şöyle söyletmiş:
“Yürümekten başka hiçbir şey bilmeyen tarihin bir molasında kadınlara ulaşmayı umuyorum.
Onların beni anlayabilecekleri bir molaya kadar beklemesini bilirim.
Kaç bin yıl olursa olsun…
Beni anlayacak olanlar: Kadınlar…
Ey yazar anlat onlara.
Onlara kadınların diliyle anlat.”
LİYOTANİ-NİPPUKİR
Yazar Ayla Kutlu’nun KADIN DESTANI romanının hikayesi Sümerlerin ünlü GILGAMIŞ destanına dayandırılmış . O günden bugüne kadının tarihi kadın gözüyle anlatılmış.
“ Ben başardım bunu Destanını yazdım kadının.
Doksan yılı.
Anlat herkese, dediler: Yaz:
Duygularını yaz, yaşadıklarını ve ölümünü…
Anlat...
Hakimliğindeki ikiyüzlülüğünü erkeklerin.
Kapalı odalardaki zavallılığını.
Destanın ana karakteri başrahibe Nippukir, Liyotani adıyla tapınağa getirilmiş. On bir yaşından sonra güzelliği onu rahiplerin yosması yapmış. Ölümsüzlük peşinde koşan ve halkına zulmeden Gılgameş’ten kurtulmak için halk, tanrılara yalvarmış. Tanrılar da Dicle’nin çamurundan Engidu adlı bir orman vahşisini Gılgameş’i öldürmesi için yaratmış. Tapınak yosması güzeller güzeli Liyotani’ye bu vahşi varlığı insanlaştırma görevi verilmiş. O da epeyce başarılı olmuş; aralarında sevişmeler de yaşanmış. Engido’yu Sümer kentine getirmiş Liyotani. Gılgameş ile Engido karşılaştığında beklenen öldürme olayı yaşanmamış. Tersine iki erkek arasındaki aşka tanık olmuşlar. Engido başka bir olaydan tanrıların gazabına uğrayıp öldürülmüş. Liyotani Gılgameş’ın çocuğuna hamile kalıp sonra da doğurmuş. Doğan çocuk bir insana benzemediği için bir mağaraya bırakmış. Yıllar sonra o çocuk kente başrahip olarak dönmüş. Kötülükleri Sümer halkını bezdirince Nippukir oğlunu öldürmüş; kendisi de onunla aynı odaya hapsolarak ölmeyi seçmiş.” Kadın Destanı’nın özeti böyle.,,
Sümerlerin Mezopotamya’daki Uruk kentinde beş bin yıl önce hüküm süren kral Gılgamış’ın ölümsüzlük peşinde koşmasını halkına kadınlara zulmetmesini kadın kahramanın Nippukir’in dilinden anlatıyor yazar...
Yazarın halkı sömüren kadını köle eden, binlerce yıl önce ve bugün de var olan eril anlayış, kişi, kurum ve sistemleri destanın dizelerinde işleyerek günümüze ışık tutuyor. Gılgameş ve oğlu başrahip bu sömürü ve zulmün kötü karakterleri.
“Yeter, diye bağırdı URUK halkı…Yeter soysuzluğunuz, sizden öğrendik ahlaksızlığı.
Siz… En çok çalan sizsiniz, ey Tapınak görevlileri,
Siz cezalarınızı bile bize ödetiyorsunuz.
Siz çocuklarını alıyorsunuz anaların.
Sizlerin uzun ömrü sıkıntısız… Zevkle doludur yaşantınız.
Biz açlıktan ölürüz ey soylular ve tapınak görevlileri,
Siz çatlayarak ölürsünüz yediklerinizin çokluğuyla.”
Destanlardaki olağanüstü olaylar, sel, salgın hastalık insan tanrı ilişkileri, tanrıların gazapları destanın dizelerinde canlı betimlemelerle yer alır:
“UTU gelmedi günlerce,
Yağmurları yolladı gökyüzü tanrısı.
Sel basacaktı ülkeyi, kesintisiz yağdı ve parmaklarını oynatamadı URUKLULAR.
Soluklanmışlardı, zengindiler ama payları da verilmişti Tanrıların,
Neyin cezasıydı bu şimdi?”
Kentinin uğradığı sel, açlık, salgın hastalık felaketlerinden sonra ülkede yaşayan çok az insan kalmıştır. Nippukir oraya döndüğünde onun yosma hallerini tanıyacak kimse kalmamıştır. Gelişi sevgiyle saygıyla karşılanır.
“Beyaz Kuğu… Uğur getirdi yeniden Uruk’a ve Kullab’a.
Kutsal başrahibe sayıldı, kendiliğinden.
Güven, özveri ve incelikler onda bütünleşti.
Akıllı olmaya mecburdu kadınlar.
Gücü aktaran onlardı kuşaktan kuşağa.
Titrek gölgelere dönüştüklerinde bile sevgileri tükenmezdi.
Yaşadığı için çok şeyi:
Tanıklık yapardı kadın, kırılganlığın gerekliliğine ve dünyanın düzenine.”
Ölümsüzlük arayan zalim Gılgameş,in yavaş yavaş güçsüz aciz kuru dal gibi ölümünü halk şaşkınlıkla izler. Ama geriye oğlu başrahip kötülüğü sürdürür. Nippukir, yine başkarakter olarak sahnededir. Onu öldürerek halkının kurtuluşunu ve isyanını yaşatırken kendisini de ölüme bırakır.
“Binlerce yıl süren işkencenin hesabı kesilmeli.
İzler kalır kadında, derin izler:
Eziklik ve ruhun kirletilmişliği.
İsyan bu eski izlerden geçerek patlayacaktır."
Klasik destan gibi koşuk biçiminde iki yüz yirmi yedi sayfalık sayısız dizelerle şiirsel anlatımın etki ve derinliğiyle çok araştırıp çok uğraşarak bize güzel bir kadın destanı bırakmış yazar. Kadını yok sayan tarihçilerle edebiyatı da eril hale getiren yazarlara, şairlere inat bu gezegende binlerce yıldır güzelliğiyle, aklıyla, emeğiyle kadınlar yaşadı, insanın neslini sürdürmek gibi olağanüstü bir yeteneği vardı, doğurdu, doyurdu, sevdi, korudu, yönetti sayısız emekle…
Bunlar görmezden gelindi; yazılmadı destanlarda. Şimdi ben yok sayılan bu gerçekliğe dayanarak kadının da destanı var, deyip yazdım, diyor. Yüreğin, bilincin ve emeğinle çok yaşa AYLA KUTLU
|
AYIN ARKA YÜZÜ
Uzansam tutabileceğim uzaklıktaydılar. Kadife yumuşaklığı tadındaki gri tüylerinin arasından çıkan siyah kanat uçları, kuyruğunun siyahlığı ile bütünleşip güzelliği tamamlıyordu. Ensesini çevreleyen hilal ikisinde de aynıydı. Toparlak gövdelerinin altına saklanmış kısacık bacakları ile yürümüyorlar da kayıyorlar gibiydiler. Kısa adımlarla daneleri tek tek toplarken oldukça ürkektiler. Her kımıldayışımda kaçmaya niyetlenip hemen vazgeçiyorlardı. Aramızda bir güven var gibiydi ama yine de tedirgindiler. Bu tedirginlikleri anlamsız olsa da, hemen vazgeçmeleri güzeldi…
Kumrular, komşunun bahçeye girmesiyle kanatlanıp, gölgesine sığındığım ıhlamurun dalına kondular. Her zamanki yerlerinde, altlarında da ben, güvendeydiler. Komşu selamlayarak gelip yanıma oturduğunda hiç umursamadılar. Gazetesinin arasında korumaya aldığı ekmeği masaya koyarken, kumruları gösterip “korkuttum mu?” diye gülümsedi…

Yalnız yaşıyordu. Her günkü gibi bir ekmek, bir gazete almış dönüyorken uğradı. Masaya koyduğu ekmekle gazeteyi gösterip “bir ekmek bir gazete” dedim gözlerine bakarak. “Yalnızlık işte” dedi. “Gün dolduruyorum.” Vurgulayarak “bir ekmek bir gazete” diye yineledim. Bir şey hatırlatmak istediğimi sezmiş olmalı ki, soran gözlerle yüzüme baktı. Sesimi kalınlaştırıp havalı bir tavırla “bir ekmek bir Yeni Ortam” deyip gülümsedim. Geriye kaykılıp kahkahayı patlatmasıyla kumrular daha uzaktaki erik ağacının dalına attılar kendilerini. Birilerini rahatsız ederim kaygısıyla kahkahasını kesip “çok eskilere gittin be hocam” diyerek elimi tuttu… Derin bir nefes alıp, yüzüme mazlum gözlerle bakması o günlerin özleminin yansımasıydı…
“Bir ekmek bir Yeni Ortam”dı gazetenin reklam sloganı. Masaya koyduğu bir ekmekle bir gazete o günlere savuruvermişti beni. Gazetelerin akşam geç saatte, kimi zaman da ertesi gün geldiği bir yerde ekmek kavgasındaydım o yıllarda. Okul sonrası, reklamlarına kadar okuduğum gazeteye bir kardeş gelivermişti yardımcı bir ilaç gibi… Dernek yolundaki gazete büfesinin önünde bir hareketlilik varsa, belli belirsiz, kimseye hissettirmediğim bir pıtırtı olurdu yüreğimde, “gazete gelmiş” diye.
Gözüm masanın üzerindeki gazeteyle ekmekte, aklım o yıllardaydı. Artık cebimde iki gazete ile gidiyordum derneğe… Kimi zaman briç masasının kenarında, kimi zaman okuma masasında onlarlaydım. Gazetelerin henüz gelmediği bir gün, briç oynayanların masasına ilişmiş, oyunu izlerken kıpır kıpırdım. Bir süre sonra gözüm yan masanın seyircilerinden birisine takıldı. Cebinde gazete… Göz göze geldik. Gazeteyi işaret ederek “gelmiş mi?” diye sordum. Gülümseyerek, evet anlamında başını salladı. “Bakabilir miyim?” diyerek, daha onayını almadan elimi uzattım. İç içe sarılmış birkaç gazeteden birisini uzattı. “Sizde kalabilir” dedi güven verici sesiyle. Duraksadım. “Birkaç tane alıyorum çıktığından beri. Birisi kendime…”
Komşum dalgınlığımı sorgularken, kumrular için ayırdığım yemden bir avuç alıp ortaya savurdu. Kumrular oralı olmadılar. Bir avuç daha savurup kumrular yine oralı olmayınca “canınız isterse” der gibi elini sallayıp sorusunun yanıtını almak için bana yöneldi. Anlattım! Sesimin tonunda o yılların özlemi yüklüydü. Ben anlattıkça hafiften gülümsüyor, yutkunuyor, gözleri buğulanıyordu. “İşte öyle! Güzel günlerdi, ama çok uzakta kaldılar…” diye sözümü bitirdiğimde, geriye yaslanmış, derin gözlerle yüzüme bakıyordu. Bir şeyler söyleyecekti de nereden başlayacağını hesaplıyor gibiydi.
Aynı mesleğin emeklisiydik. O da yurdun en yoksul yerlerinde görev yapmış, aynı zorlukları yaşamış bu günlere gelmişti. Hemen hemen aynı yazgıyı paylaşmış olmamız, sohbetimizi daha da tatlandırıyordu. Yutkunduktan sonra kendisini toparlayıp fısıldar gibi konuşmaya başladı; “Belki de aynı yıllar. Senin gibi dernekteyim.
Belli ki sıkılmışım. Salonda şöyle bir turlayıp, derneğin küçücük bahçesine çıktım, boş bir masaya oturup çayımı söyledim. Hemen yanımdaki masada oturan adam dikkatimi çekmişti. Oldukça yaşlı görünmesine karşın düzgün giyinmiş, tıraşını olmuş, saçları taralı, giysisine uygun düzgün bağlanmış kravatıyla gazetesini okuyordu. Adamın bu düzenliliğini garipsedim mi, özendim mi bilemedim. Dün gibi aklımda; adam gazetesini topladıktan sonra özenle katlayıp cebine koydu. Garsona yeni bir çay söylüyordu ki; gazetesini istemiş bulundum. Adam kocaman olmuş kızgın gözleriyle, dövercesine baktı. Anlamlandıramadığım ses tonuyla “bu gazete istenmez” dedi. Yüzü hala gözümün önünde… Bana doğru eğilip, kısık gözlerle, sesini biraz yumuşatarak, “bu gazete satın alınır evlat” diye gazetesini cebinden çekip çıkardı. Şaşırmıştım. Bir şeyler gevelemeye çalışırken “al şimdi oku” deyip uzattı…” Yaşadığı eziklik, yıllar geçmiş olsa bile anlatımından anlaşılıyordu. “Eee” dedim gülümseyerek. “Esi, okur gibi yapıp, kısa bir süre sonra gazeteyi düzgünce katlayıp geri verdim. Teşekkür edip kaçarcasına içeri girdim.” Yüzünde anlatılması zor bir ifadeyle geriye yaslandı. Gülüştük mü, gülüşmek için kendimizi zorladık mı bilemiyorum.
Kumrular daha fazla sabredememiş olmalılar ki, biz burkulmuş gülümserken, ürkek de olsa daneleri topluyorlardı. Komşum, “sohbet bitmez” deyip kalktı. Kumrular uçuşup giderken, biz kapıya yöneldik. Uğurlarken sohbetin sersemliği üzerimizdeydi.
İki adım gitti, geri döndü. Özlem yüklü sesine gurur tonunu yükleyerek; “İşin uzmanları o gazeteyi ‘ayın arka yüzünü göstermeyi başarmış gazetelerden’ sayardı.” Selamlayıp, ağır adımlarla yalnızlığına gitti… 27.03.2023
|
UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ
Gün günü kovalıyor, gün toplumu kovalıyor. Nereye götüreceği belli değil,
Dün olan bugün unutuluyor, bugün olan yarına çıkmıyor, öbür günde ise karanlıkta bir şey gözükmüyor gibi.
Sanki yılı ayda, ayı günde, günü ise saatten kısa sürede yaşıyoruz.
Bizi günleri yaşatanlar, dün A dediğine bugün B diyor, arkasında bir grup şak şakçı.
Toplumu omurgasız yılan gibi kıvırmaya çalışıyorlar.
Seçim sath-ı mailine girdik, her şey mubah…-gerçi 20 yıldır hep böyle idi.-
Mesele "memleket meselesi" ...
Memleketi yönetmek (siz satmak, sömürmek anlayın) için bütün oyunlar oynanıyor.
Kimin eli kimin cebinde, kim kimin peşinde, kim ne için, kimin kapısını çalıyor toplum takip etmekte zorlanıyor.
O olmaz, o kadar da olmaz, denilen şeyler ekranlarda balandıra balandıra yandaşlar tarafından anlatılıyor, savunuluyor.
90’ların tetikçilerinin, bugünün sözde "dürüst siyaset, gerçek adalet" talebi içeren partisi oluyor, iktidar tarafından görüşmeye çağrılıyor, 6.5 milyon oya almış partiyle görüşmek terörist sayılıyor.
1990’lar hep beraber yaşadık, o dönemin hükümet edenlerin kullandığı gece gündüz demeden tek kurşunla, domuz bağı gibi yöntemlerle insanların canını alanları serbest bırakanlar, bu gün memleket meselesi diye yan yana geliyor.
Bu cinayet örgütünün yok ettiği evlatlarının akıbetini 95’den bu yana, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde faili meçhul cinayetleri sorarken annelerin gözyaşları kurudu. Çevik kuvvet merkezinde Hizbullah canilerine eğitim veren anlayış, annelerin sırtlarından copu, gözlerinden bombayı eksik etmedi.
Gerçek dergisinin Diyarbakır muhabiri Namık Tarancı’yı katleden katil, “memleket meselesi”nden belki milletvekili olacak.
Doğu Perinçek’in çıkardığı 2000’e doğru dergisinin muhabiri öldüren cani, Perinçek’le aynı kürsüde “memleket meselesi”ni anlatacak.
Bu kadar karanlık içinde elinde fener olanlar, ne dünü karartır ne de yarını yok sayar. Ne iktidarın ve MHP’in cinayetlerini, ne Hüda-Par’ın katliamlarını ne de Perinçek’in hainliklerini unutmazlar.
Cumartesi annlerinin ifadesiyle "geçmişin karanlığı ile geleceği dizayn etmeye çalışanları unutmadık" unutmayacağız da. İnsanlık onuru ile bir gün hesabını sorar.
Belki bu seçim bir dönüm noktası olur.
|

'' SAĞLIKSIZ SAĞLIKÇILAR''
Sağlık camiasından emekli olan biri olarak tüm dünyanın gündeminde olan salgın (pandemi) hakkında konuşmamak olmazdı. Fakat aylardır sürekli konuşulan konuları tekrar etmeyeceğim. Salgının başlamasıyla televizyonlarda her gün birçok profesör virüsün şeklinden, yayılmasına, tedavi şekline, aşısına kadar bilgiler verdi. Sonra hayatımıza kısıtlamalar, sokağa çıkma yasakları geldi bu da insanların psikolojisini etkiledi. Bu kez televizyonlarda psikologlar okula gidemeyen çocukların ruh sağlığı, 65 yaş üstü sokağa çıkamadığı için bozulan ruh sağılığı, işe gidemeyenlerin, annelerin, herkesin ruh sağlığı ile ilgili konuşmalar ve çalışmalar yapıldı. Hatta sosyal medya üzerinden bu konuyla ilgili herkes birbiriyle paylaşımlarda bulundu.
Buraya kadar olan hiçbir şeye itirazım yok ama sürekli minnettar olduğumuz sağlık çalışanları alkışlandı, sık sık teşekkür edildi sözcüklerle göklere çıkarıldı da onların ruh sağlığı hiç konuşulmadı. Evet çok yoruldular, tükendiler denildi, ücretsiz ulaşım ve kalabilecekleri misafirhaneler ayarlandı hatta sayın bakanımız ve devletimiz teşvik ücreti ödediler her ne kadar adil olmasa da gönül almaya çalıştılar.
Hani evlerimize kapandığımız bu süreçte birçok şeyi özledik, birçok şeyden sıkıldık, bir an önce normal bir hayata dönmek istedik ya, işte şimdi bir de sağlıkçıların durumunu düşünelim. Bu arada sağlık çalışanı deyince aklımıza hemen hastane çalışanları gelir aile hekimliğinde çalışanları kimse fark etmez hamileliğimiz onlarla geçer, yeni doğan bebeğimizin aşıları, büyüme gelişmeleri onlarda. İşte tüm bunlar pandemide de devam etti. Burada çalışan arkadaşlarım bu salgın sürecinde hem bunlarla ilgilendi hem de hastalığa yakalanıp evinde tedavi olanlarla ilgilendi üstüne bir de hasta olanların temas ettiği kişilerle de ilgilendiler hastaneye yatanlarla da hastanede çalışan arkadaşlarım ilgilendi. Onlar çalışırken yorulsalar da önemsemiyor hasta iyileşince dinleniyor ama hastayı kaybedince yıpranıyorlar. En kötüsü de sürekli korku ve tedirginlik içindeler işten eve gelince kapı da onları eskisi gibi kimse karşılamıyor çünkü onlar istemiyor korkudan. Eve girerken doğru banyoya her gün duş alıp çamaşır yıkanıyor düşünün bir kere vatandaş sadece zorunlu ihtiyacı için ara sıra dışarı çıkınca yaptığı şeyleri onlar her gün yapıyor sadece bu bile yeterince yıpratıcı değil mi? Onlar gerçekten çok yorgun ,onlar gerçekten sevdiklerini çok özlüyor bizim hasret kaldığımız ne varsa onlar daha fazla hasret, ben ne kadar yazsam onların ruh durumunu yeterince anlatamam . Şöyle düşünelim ülkemizde bazı meslekler başlarken değerlidir. Bana bir harf öğretenin kölesi olurum deriz öğretmenlerimize. Asker polis evlatlarımızdır mesela sağlıkçılarla ilgili bir şey duymadım. Savaşta, afetlerde askerle polisle yan yana dururuz da kahraman onlar olur alınganlık yapmak için söylemiyorum, bizleri sözlerle göklere çıkarmasınlar , karantinada yüzümüze tükürmesinler, reçetesi yazılmadı diye öldürülmeyelim, sıra beklediği için dövülmeyelim, bilsin ki bize dokunduğu zaman devletimiz ona hakkettiği cezayı verir. Bu süreç artık yorgunluğu tükenmişliği çoktan geçti. Sevdiklerimizi görememek mikrobu eve götürmek kısmını aştık önce arkadaşlarımızın hastalandığını duyduk sonra öldüklerini şimdi yeni korkumuz acaba bana ne zaman sıra gelecek….
Artık sizlerin beden sağlığını iyileştiren, koruyanlara sahip çıkma zamanı. Hiç olmazsa herkes kendi payına düşeni yapsın, düğün yapmayın mesela asker uğurlamayın, toplu yapılan hiçbir şeyi başkaları uygun görse bile yapmayın. Maskenizi takmayı birisi söylediği için değil kendiniz takın. Unutmayın sizin maskeniz beni benim maskem sizi korur .
Tüm çalışan arkadaşlarıma sabır, güç, kuvvet diliyorum.
|
ÜÇ KİŞİDE TEK GÖZ
Köyümüz Türkmenacı. Bunca Şafii- Sünni köyün arasında tek Türkmen köyü. İlçeye 9 km mesafede. Kerpiçten bir ilk okulumuz vardı. Ortaokula gidebilmek için her gün, kızlı-erkekli gidiş-dönüş 18 km o çamurlu yolu yürümek zorundaydık. Köyümüz büyük bir köy. 7-8 adet bakkal dükkânı, dört kahvesi, lokantası, dernek adı altında çalışan bir meyhanemiz bile vardı. Hemen hemen her evden yurt dışında çalışan işçilerimiz, o kerpiç okuldan yetişen çocuklarımızın yüzde sekseni devlet dairelerinde bir işte çalışırlardı. -Sonradan orta okul yapıldı.- Eğitime çok düşkünüz. Özellikle ramazan ayında köyümüz şenlenirdi. Tüm çevre köylerin oruç tutmayanları köy kahvemizi, bakkallarımızı ve derneğimizi doldururdu. Devlet daireleri ile aramız çok iyi. Tüm resmi işlerimiz, muhtarımız Ekrem dayı sayesinde tıkır tıkır işlerdi.
Ha! Ekrem dayı demişken anlatayım. Köyün zenginlerinden sayılır. Eli boldur, cömerttir. İlçenin eşraf takımı ; özellikle hafta sonları onu ve evini boş bırakmazlar. Bir gözü olmadığı için; çevrede “Kör Ekro “ diye anılır. Bir özelliği de çok küfürbazdır. Özellikle ilçenin yöneticileri, kaymakamdan yargıç ve savcısına kadar ona küfrettirmek için kızdıracak mutlaka bir şeyler bulur, Ekrem dayı da en okkalı küfürlerini savurunca, kahkahalar yeri göğü inletir. -Küfürlerinin yanında Can Yücel sıfır kalır.-
Hafta sonu yağmurlu bir gün. Ekrem dayı çok telaşlı. İlçenin yöneticileri; kaymakamı, malmüdürü, savcısı içerisinde sekiz on kişi akşam konuk olacaklar. Kazanda kuzu pişmekte, mezeler, içkiler hazırlanmaktadır.
Karanlık çökünce iki araba Ekrem dayının kapısına dayanır. Kerpiç damının ikinci katı olan konuk evine alınırlar. Hoş beşten sonra sofra hazırlanmaya başlar. Gelenlerin amacı yemek- içmek değil, Ekrem dayıyı kızdırıp küfrettirmek, eğlenmektir.
Kaymakam söze başlar. “ Ekrem Bey; biz buraya eğlenmeye geldik. Köyün iki ozanını al getir de biraz deyiş dinleyelim” der. İki ozanın biri Bektaş, İki gözden kör, köyün bir ucunda. Diğeri köyün öbür ucunda Selime, o da iki gözden yoksun. Ekrem dayıyı bir telaş alır. “Etme beyim, bu çamurda karanlıkta nasıl ben onları bulup getireyim” der. Demesine der de gerçek maçlarını da bilmez değildir. Kurnazca, dönüşte edeceği küfürleri tekrarlar içinden.
Ekrem dayı pili zayıf el fenerini alarak önce Kör Bektaş’ı ve sazını alır. Sonra da Kör Selime’yi ve sazını alır. Her koluna birisini alarak , çamura bata çıka ancak bir saat sonra eve gelirler. Üçü de nefes alamaz durumdadır.
Kaymakam başlar fırça atmaya:
“Ulan Ekrem, beklemekten ağaç olduk be! Kaç saat oldu sen gideli. Çoook ayıp be!”
Üç kişi ayakta, Ekrem dayı ortada çoraplar çamur içinde. Ekrem dayı sağlam gözünü sol kolunu yeni ile silerek, başlar yanıtlamaya, sinirden ve soğuktan suratı kapkara.
“Ulan! Yemeye- içmeye gelince Müslümansınız. İş yapmaya gelince gavursunuz. Bize yol mu yaptınız? Sokaklarımıza çakıl mı döktünüz? Hepinizin anasını, avradını ......m! ULAN! ÜÇ KİŞİDE TEK GÖZ VAR, TEK GÖZ!!!!!!!!.” Der demez, bir kahkaha tufanı kopar.
Kerpiç damın camları şıkırdamaktadır.

|
|